Tür: Roman
Yazar: Yılmaz Çandır
Bir Levendin Okyanus Hikâyeleri,
1. Bölüm

Dalgasızdı Akdeniz. Etrafta kendi gemilerinden başka hiçbir şey görünmüyordu. Ipıssız bir çöl gibi uzayıp gidiyordu deniz. Ama sapsarı bir çöl değildi bu, masmavi bir çarşaf...Gerçi güneşin dalgalı akisleri bazen denizin güneşe baktığınız tarafını sarartmıyor da değildi.
Denizin altın sarısı dalgalı akislerine daldıkça daldı. Yüzünde tatlı ama bir o kadar da buruk bir tebessüm belirdi. Güneşin, denizden yansıyan dalgalı akisleri onu ta çocukluğuna geri götürüverdi. Hey gidi günler! Aynen bugün denizin çarşaf gibi, havanın ateş topu olduğu bir gündü. Memleketinde annesiyle beraber Kaleiçi limanına merdivenlerden iniyorlardı. Herhalde on, onbir yaşlarındaydı. Doğduğu şehir, çok güzel, bereketli mi bereketli ama bir o kadar da tehlikeli bir yere kurulmuştu. Burası Akdeniz’in en güzel yerine kurulu şehri Antalya’ydı.
Koca Akdeniz bu. Gece ya da gündüz fark etmez, her an sürpriz bir felaketi koynundan çıkarabilir size. Bunu yaşadığı acılarla tecrübe etmiş olan Antalya da bu yüzden çok dikkatlidir. Şehrin her yerinde Akdeniz’in bittiği noktayı, ufku gözetleyen nöbetçi askerler vardır. Ta karşı kıyıda, neredeyse ufukla bir hizadaki Toros Dağları’nın denizle birleştiği uçtaki Adrasan’da bile bu gözcülerden vardır. Bu gözcüler ufku sürekli kontrol ederler. Eğer ufukta yabancı bir iz, minicik bir belirti görsünler tez elden yanlarındaki odun yığınlarını ateşe verirler. Ateşin, gökyüzüne süzüle süzüle çıkan dumanını gören kale nöbetçileri de anında liman girişini kapatır, tüm kuleler de ilk savunma konumuna geçerler. Ufuktan yaklaşan geminin şekli de ortaya çıkar sonradan.
Adrasan gözcüleri de iyice belirginleşen gemiye göre ateşe şekil verirler. Osmanlı gemisi ise ateş söndürülür, yabancı ticaret gemisi ise ateşe hiç dokunulmaz duman aynen göğe süzülmeye devam eder. Ancak yabancı bir savaş gemisi veya tehlikeli korsan gemilerinden birisi ise gözcüler kuvvetli bir ateş daha yakarlar. İşte bu ikinci ateş yanarsa hem şehirde, hem civardaki tarım arazilerinde, hem de denizde nasibini arayan balıkçılarda telaş başlardı. Savaş konumu alma zamanı gelmiştir artık. Balıkçılar Kaleiçi limanına bakarlar, eğer zincir henüz gerilmemişse süratle limana dümen kırarlardı. Ancak liman savunma konumuna geçmişse hemen Konyaaltı sahiline doğru yol alırlardı.
Konyaaltı sahili, şehrin yürüme mesafesi on beş dakika uzağındadır. Burası dev falezlerin bittiği, kumsalın başladığı yerdir. Batıya doğru ta Beydağları’na, Toroslara kadar uzanır. Kumsaldan içeriye doğru kısa kısa çalılıklardan oluşan bodur bir yeşillik örtüsü çevresini kaplar. Ayrıca eskiden korsan zulmünden kaçan Mısırlı Arapların son bir gayretle gemilerini yanaştırdıkları, uzun süre yaşadıkları ve kıyısına mezarlık bile kurdukları Küçük ve Büyük Arapsuyu dereleriyle Boğaçayı Irmağı buradan sahile dökülürdü. İşte balıkçılar da eğer liman kapandıysa hemen bu üç tatlı su yolundan hangisine yakınlarsa ona dümen kırarlardı. Buralar onların doğal saklanma, hatta tehlike kendilerine yönelirse teknelerini bırakıp yaya olarak içerilere kaçma mekanlarıydı. Tabi, tarım arazileri vardı çevrede. Eğer falezlerin üstlerinde, şehrin surlarının yakınlarındaysanız sorun yok demektir. Çünkü ciddi bir tehlike olursa kale komutanı zaten civar çiftçileri hemen kaleye toplatırdı. Ancak falezlerin bittiği Konyaaltı ve Lara taraflarındaysanız ya kaleye doğru hemen gitmeli ya da daha iç kesimlere doğru gitmek üzere tetikte olmalısınız.
Kaleiçi’nde yaşayan şehrin asıl sakinlerindenseniz normal hayatınıza devam edebilirsiniz. Çünkü bu alarm her zaman verilebilir. Ama kale komutanı ile vali’de bir telaş varsa şehir zaten bunu hemen sezerdi. O zaman halk, gemilerin top atışı yapabileceği falezin kıyı kesimlerinden mutlaka uzaklaşırdı. İşte, Akdeniz gibi çeşit çeşit milletlere, türlü korsanlara analık yapan bir denizin kıyısındaysanız hep tetikte olmanız lazımdır. Eğer ciddi bir duruş sergilerseniz o zaman Akdeniz, düşmanlarınıza değil size analık yapar, bereket yağdırır. Burası her gün sıkıntılı bir yer değildir tabi. Sakin ve neşeli günleri de çoktur. Sakin yaşanan günlerde şehrin en hareketli yeri ve can damarı ise falezlerin içine doğru denizin işgal ettiği küçücük bölümüydü.
Burası şehrin limanıydı. Nasıl olmuş da şehre nefes aldıran şirin mi şirin bu liman falezlerin içine doğru sızarak oluşmuştu? Delikanlının babasına sorarsanız, bu liman Allah’ın Antalya’ya bir ikramıydı. Liman olmasa Antalya da olamazdı çünkü. Kaleiçi Limanı daire şeklindeydi. Bir uçtan bir uca ancak 500 adım gelirdi. Denize bakan yüzü hariç geri kalan tarafları falezlerle çevriliydi. Falezlerin üstüne kurulmuş şehirde yaşayan halk, limana ancak dar ve tehlikeli üç merdivenden inebiliyordu. Her üç merdivenin de şehir girişinde büyük birer kulesi ve devasa demir kapıları vardı. Akşam ezanları şehirde duyulup da insanlar camilere doğru yöneldi mi şehirle otuz metre aşağıdaki liman arasındaki demir kapılar mutlaka kapatılırdı. Bunu çok iyi bilen halk, şehre giriş hakkı elde etmiş gemiciler, uzaklardan gelen ticaret erbabları, akşam ezanı okunmadan şehre giriş yaparlardı. Şehirdeki hanların yanı sıra limanda da küçük bir hanla beraber, yeniçeri müfrezesinin nöbetçilerinin kaldığı tepe kule ve küçük balıkçı kulübeleri vardı. Şehre giremeyen yabancılar, nöbetçi askerler, limanda işi olan hamallar, gece vira bismillah demeye hazırlanan balıkçılar ve bir de liman mescidinin emektar kapıkulu Şekerci Dede…
Antalya halkı, Akdeniz’in otuz metre yukarısında falezlerin üstündeki evlerinde uykuya çekilirken limanda, rızkını arayan insanların farklı hayatı başlardı. Yine limanda bu farklı hayatın yaşandığı sakin gecelerden birinin sabahı idi. Annesi ile Kaleiçi limanına inmeleri, babalarının dün gece limanda kalmış olmasındandı. Ona yemek götürüyorlar, günlerdir bir türlü gelmeyen nasiplerinin bu gece gelip gelmediğini görmek istiyorlardı. Bakalım teknelerinin ağlarına ne kadar balık dolmuştu. Ana oğul merdivenlerden limana indiler. Mescidin önüne yaklaştılar. O anda delikanlı, mescidin tam altındaki gürül gürül akan kaynak suyun başında abdest alan Şekerci Dede’yi gördü. Annesini de ağlarına balıkların dolup dolmadığını çok merak ettiği tekneyi de unuttu. Ufacık bir çocukken, kendisine güleryüzle sürekli şeker ikram eden Şekerci Dede’ye doğru koştu. Annesi yanından rüzgar hızıyla uçuveren delikanlının ardından baktı, gülümsedi ve yoluna devam etti. - Delioğlan işte… nasıl olsa birazdan gelir, diye kendi kendine mırıldandı. Delikanlı mescidin altına, buz gibi kaynayan suyu yıllardır zevkle akıtan çeşmenin başına, vardı bile: - Selamünaleyküm, dede. - Aleykümselaaaam, levendim. Şekerci Dede’si delikanlıyı şehrin diğer çocuklarından ayrı bir sever. Daha üç yaşlarında bir yavru iken sahile hep annesiyle gelen delikanlının en büyük besi kaynağı dedenin birbirinden tatlı şekerleri olmuştur. Kendisi de eski bir levend olan Şekerci Dede, dua niyetine, sevdiği çocukların her birine “levendim” diye hitap eder. Delikanlı da bunlardan biridir. - Dede, dün gece annemle berarber Yasin’in altıncı sayfasını da ezberledim. Şekerci Dede’nin gözlerinin içi gülümsedi. İçine ferahlık doldu. Takunyalarını takırdatarak ayağına geçirdi. Ayağa kalktı ve delikanlıya doğru dönerek elini onun omuzuna koydu: - Aslan levendim benim. Yasin’i ezberle, deyince ne kadar korkmuştun bir de. Bak ne çabuk ezberledin koca sureyi. Allah, Yasin hürmetine seni bütün denizleri gören bir levend yapsın inşallah. - Allah razı olsun dede. Sen zorlamasan yapamazdım herhalde. - Aslan levendim, şimdi maaş zamanı. Ne demiş Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, alınterinin hakkını ter soğumadan veriniz. Delikanlı delikanlıydı ama bir yönü hala çocuktu. Dedesinin bu sözlerini bekliyordu zaten. Yüzünde güller açtı, etrafa gülücükler saçtı. Dedesini suyun başında bırakarak koşar adım merdivenleri çıkıp çeşmenin üst katındaki mescide girdi.
Mescid, altıgen bir planda yapılmıştı. Çok küçüktü. Otuz kırk kişiyi ya alır ya da alamadığı için cemaat dışarı taşardı. Limanın tam kıyısındaki mescidi Selçuklu komutanlarının yaptırdığı, Selçuklu sonrası Teke Beyi’nin burayı çok sevdiği için namazlarını Yivli Minare’de değil de burada kıldığı, kale Osmanlı’ya geçince de iyi bir tamirle bugünlere geldiği söylenir dururdu. Şekerci Dede, yıllardır kendisini Limanın Çeşmeüstü mescidinin hizmetkarı kabul ederdi. Gece gündüz buradan ayrılmaz, piri fani yaşamını burada sürdürürdü. Sürdürürdü de günlerini boş geçirmezdi. Ya balıkçılara nasihatle, ya balıkçıların ailelerine yaptığı Perşembe ikindi sohbetiyle, ya kendisini çok seven şehrin afacanlarına ezber yaptırmakla, ya da aylardır denizde paslamış gönüllerini yeniden cilalamak isteyen gemicilerin kalplerini imarla meşgul olurdu. Tabi yetiştirdiği çiçekleri de unutmamalı. Liman falezlere sırt verdiği için çok dardı. Çeşmeüstü mescidinin sırtını yasladığı falezin üzeri de Şekerci Dede’nin renk renk çiçekleriyle kaplıydı. Birkaç santimlik yeşilliğin üzerine gelin gibi bembeyaz renkte açan beş taçlı çakalnergisler, mor renkleri ve sarı şeritleriyle kelebeğe benzeyen leylak kokulu çalınavruzları, çiğdemler, sümbüller, martta açan mor renkli Antalya süsenleri, kumzambakları, ağlayangelinler, misksümbülleri, aslanağızları…
Aman Allahım! Burası Cennetten bir köşe gibiydi sanki. İster Anadolu’dan ticarete gelen bir deve kervanının yolcusu olun, ister uzak yakın fark etmez denizden çıkın gelin, Antalya’da huzur bulacağınız yer bellidir: limandaki Cennet köşesi, Çeşmeüstü mescidi. Buraya gelin. Alt kattaki buz gibi suyundan kana kana için, elinizi yüzünüzü yıkayıp Akdeniz’in suratınıza üflediği alev topunun hararetini söndürün. Bu arada abdestinizi tazelemeyi unutmayın. Çıkın üst kata, Çeşmeüstü mescidinin balıkçı seslerini, dalga uğultularını, Akdeniz’in tuzlu kokusuna güzellik katan ama bu arada falezlere tırmanma yarışlarını yıllardır bitiremeyen Cennet kokulu çiçeklerinin kokusunu duya duya kılın tahiyyetül mescid namazınızı.
Kısmetiniz açıksa, Şekerci Dede bir balıkçının yanına uğrayıp da nasihatlerini vermiyor da mescidde Kur’an ziyafeti çekiyorsa mutluluğunuza diyecek yoktur. Çünkü o, göz ucuyla sizin iki rekat namazınızın bitmesini bekler. Namazınız biter, hoş geldin, nereden geldin faslına gelir sıra. Ama Şekerci Dede hareketlidir. Sandukasına yürür, açar ve en güzel şekerlerinden, akidelerinden ikram eder size. Tatlı sohbeti, güzelim şekerleriyle lezzetlenir. Bu arada siz aylar süren dalgalı yolculuğunuzdan, ruhunuzda ve teninizde biriken kirlerden demir alır ve bambaşka bir dünyaya yelken açarsınız. Yeni yolculuğunuz Şekerci Dede’nin sahabelerden örgülediği yaşanmış ama unutulmamış huzurlu masal dünyasına… Kah Hz Ammar ile ana babaya ağlarsınız, kah Hz Musab ile parayı pulu, şanı şöhreti bırakıp Efendiniz Aleyhisselatü vesselamı tanıtmak için Medine yollarına düşer, Uhud savaşında Efendiniz Aleyhisselatü vesselamı kollamak üzere lime lime edilinceye kadar kötülerle mücadele edersiniz. Bazen bir kum yığınına uzandığı için yanakları izlerle kızaran Efendiniz Aleyhisselatü vesselama Hz Ömer ile birlikte ağlar, bazen de namazda dedesinin sallallahü aleyhivesselamın sırtına binen Hz Hasan ve Hz Hüseyin ile birlikte gülersiniz. Huzuru bulursunuz.
Keşke, dersiniz. Burası büyük bir dergah olaydı da, yolu, yolculuğu, geçim derdini bıraksaydım da burada daim kalsaydım… Zaman ne çabuk geçer burada. Üç beş günlük molanız bitip de kaptanınız demir alma emrini verdiyse Çeşmeüstü mesicidinin önünde tayfalarla sıraya girer, dedenin elini öpüp hayır duasını alarak yola çıkarsınız. Ah! Hiç geçmese zaman, başlamasa yolculuk bir daha, son durak bellesem ben de burayı ve huzurdan kopmasam, diye diye gemi ufukta Antalya’yı kaybedinceye kadar ardınıza bakar durursunuz. Bu arada elinizde Şekerci Dede’nin yolculuğa çıktığınızda verdiği son şekerleri vardır. Hemen yiyemez, huzur sanki o şekerlerde saklıymış gibi günlerce saklar ve dalgaların huzurunuzu boğmaya çalıştığı darlık bir günde kamaranıza gider, gider de o zaman yerdiniz huzur tadı veren şekerlerinizi.
Şekerci Dede’nin bol bol ikram etme huyunu Antalya’ya bir kez bile adımını atmış herkes bilirdi. Bu nedenle de Akdeniz gemicilerinin bu adı konmamış liman dergahına her yerden şeker akardı. Bir bakarsınız Hint’ten İspanya’ya gelen bir gemiye Akdeniz girişinde baskın veren Cezayir korsanları, bir bakarsınız Mısır’dan Anadolu’ya zahire çeken ve karşılığında tomruk taşıyan yük gemileri, bazen de bakarsınız uzun yola ticarete giden geminin molası sırasında Şekerci Dede’ye çuval çuval şekerler getirilmiş. Bu şekerler bazen fırtınadan kurtulmaya çalışanın adağı olur, bazen Çeşmeüstü mescidinde huzuru bulmuş bir gemicinin uzak diyarlardan ilk kez gördüğü bir şekeri hemencecik satın almasıyla olur bazen de Portekiz gemisini batırıp tüm ganimetlerin üzerine çöken Cezayir korsanlarının sadakası olur. Ama nereden gelirlerse gelsinler, Şekerci Dede’nin hem sandukasını hem de yanındaki insan boyunu aşan şeker çuvalları yığınını hiçbir zaman eksik etmezlerdi.
İşte bizim delikanlı da dedesinin “alınteri kurumadan hakkı veriniz.” dediğini duydu ya! Hakkını almak için sandukanın başında belirivermişti işte. Delikanlının şekerleri çok sevdiğini bilen dedesi de ağır adımlarla çeşmeden ayrılıp, merdivenleri yavaş yavaş çıkarak mescide girdi. - Levendim, ben çok yaşlandım artık. Bak, merdivenleri bile çıkamıyorum. - Estağfirullah dede. Senin kadar çalışkanı, delikanlı yok bu limanda. Şekerci Dede gülümsedi. Sandukasını açtı. Ödül olarak istediğini almasını söyledi. Sanduka büyük mü büyük. Boyu delikanlının boyu kadar. İçinde de renk renk şekerlerden çeşitlemeler var. Gelen şekerlerden en güzelleri seçilmiş ve harman yapılmış sanki.
Delikanlının gözleri ışıldadı. Nefsine sorsan sandukanın hepsini sanki yitik bir gömüyü bulanın hepsini sırtlandığı gibi sırtlanmak istiyordu. Ama hakkı kadar alması gerektiğini biliyordu: bir avuç dolusu alabilirdi. Sandukanın sağ köşesinde garip garip renklerde şekerler vardı. Kırmızı, sarı, mavi, üzeri renk renk şeritli ve sanki baharatlı. Elini o tarafa doğru uzattı ve kaptı onları: - Dede bunları ilk kez gördüm. Nerden geldi bunlar? - Levendim, geçen gelen Cezayir savaşçılarını hatırladın mı? - Hani o pala bıyıkları olan, dev gibi adamları. - He ya onlar aslanım. Buraya gelmeden önce bir Portekiz ticaret gemisinden almışlar bunları. - Portekiz’de mi yapmışlar bu şekerleri? - Yok levendim. Onlar da Hint’ten almışlar. Dünyayı bir baştan öteki uca dolaşıp gidiyorlarmış. Şekerlerdeki baharatlar da ordan. Delikanlı, dedesinin tarifinden hiçbir şey anlamadı. Hint neresiydi, Portekiz, Antalya dağlarının hemen arkasında mı yoksa daha mı uzaktaydı. Umrunda değildi böyle şeyler. Onu ilgilendiren tek şey bir avuç ganimetiydi.
Koşarak indi mescid ile falezlerin arasına. Çeşit çeşit çiçeklerin falezlere tırmanma yarışı yaptığı bu Cennet kokulu yeri çok seviyordu. Tek tek, kıtırdata kıtırdata yemeye başladı şekerleri. Ağzı bir hoş olmuştu. Hem çok tatlıydı bunlar hem de yakıyor gibiydi onu. Hiç akide şekerlerine benzemiyordu bunlar. Onlar gibi ağızda erimiyorlardı. Küçüklüğüne geri dönen delikanlı şekerleri bir çırpıda bitirdi. Susamıştı. Liman seviyesinin altı merdiven basamağı altında olan çeşmeye atlayarak indi. Buz gibi sudan kana kana içti. Kalktı ayağa, dışarı çıkmadı, duvara ellerini yaslayarak limanı ve denizi seyretmeye başladı.
Gün öğleye yaklaşıyordu… Güneşin alev topu misali sıcağı denizle birleşip limanda çalışanların vücudunu yakıyordu. Gözleri limanı, limandaki gemileri, insanları aştı, uçsuz bucaksız Akdeniz’e takıldı. Akdeniz dalgasızdı. Ipıssız bir çöl gibi uzayıp gidiyordu. Ama sapsarı bir çöl değildi bu, masmavi bir çarşaf... Gerçi güneşin dalgalı akisleri bazen denizin güneşe baktığınız tarafını sarartmıyor da değildi. Bir süre öyle bakakaldı. Çok severdi Akdeniz’i seyretmeyi. En büyük hayali de zaten sürekli denizlerde gezen Osmanlı gemilerinde bir levend olmaktı. O zaman istediği gibi Akdeniz’in her köşesini gezecek, insanların korkuyla söz ettiği korsanları, Rodos Şövalyelerini, Venedik Ceneviz gemilerini kovalayacak ve onların çok sevdiği Antalya’ya bir daha saldırmasına izin vermeyecekti. Delikanlı belki de Şekerci Dede’yi kendisine sürekli “levendim” dediği için çok seviyordu. Onun kendisine “inşallah, bütün denizleri gören bir levend olursun!” duasını neredeyse her gördüğünde yapmasından aldığı tadı başka hiçbir şeyden almıyordu.
Akdeniz’in sularına dalmışken dikkatini karşı kıyıdaki Torosların bittiği noktadaki Adrasan tepesinden yükselen dumanı görünce heyecanlandı. Acaba gelen ticaret gemisi miydi yoksa Akdeniz’in koynundan çıkan bir düşman mı? Çeşmeden yukarıya bir çırpıda zıplayıverdi. Koşaradım limanın ta en ucundaki fenere doğru fırladı. Henüz dumanı görmemiş olan anası, teknenin içinde denizden boş çıkan ağları temizleyen babası, diğer ahali ona baktı kaldı. Babası: - Hay deli oğlan! Ne zaman akıllanır acaba bu? Bak yardım etmedi de koşarak oyna daldı gene! - Bırak bey oğlanı. Daha çok küçük, şimdi oynamayacak da büyüyünce mi oynayacak. Babası yine işe daldı, anası onun yanında. Tepe kule de dumanı görmüştü. Liman zincirlerini çekmeye hazır hale getirmiş tetikte bekliyorlardı. Tabi denizde nasibini arayan balıkçılar da limandaki arkadaşları kadar rahat değillerdi. Onlar da delikanlı gibi dumanı anında görmüşler ve ikinci bir duman yükselirse Konyaaltı’na doğru kaçmaya dümenleri hazır hale getirmişlerdi. Antalya’nın üç savunma gemisi ise zaten sırayla savunma halideydi. Çakabey gemisi nöbetçiydi. Limandan hemen açılmış ve limanı savunma pozisyonu almıştı.
Bu arada delikanlı fenere varmıştı bile. Bir eliyle feneri tutmuş, bedenini denize doğru vermiş ve diğer eli kaşlarının üstünde Adrasan tepesinin dumanına dikkat kesilmişti. Genelde duman ya söndürülür ya da ticaret gemisi yaklaşıncaya kadar sönerdi. Bu yüzden dumanı gören liman halkı pek umursamadılar. Ama bir heyecanlı delikanlı bir de kale nöbetçileri dikkatle ateşe bakıyordu. Delikanlı ufuktaki gemiyi yavaş yavaş bir minik belirti halinde görmeye başladı. Ama oda ne! Adrasan’da ikinci duman daha büyük kütleler halinde göğe süzülmeye başlamıştı. Delikanlının kalbi küt küt atmaya başladı. İlk dumanı umursamayan liman ahalisi delikanlının yanına fenere koşmaya başladı. E tabi kale nöbetçileri boş durur mu. Savaş dumanının ta kendisiydi bu! Limanın zincirleri gerildi, limanla şehri bağlayan üç kapı da limandakiler beklenmeden kapatıldı. Tepe kulenin topları yuvalarından dışarı çıktı. Çakabey gemisinin topları da yuvasından çıktı. Akdeniz’in sakin denizinde umulmadık fırtınaya yakalanan balıkçılar ne yapsın. Hepsi de zaman kaybetmeden Konyaaltı’na Küçük Arapsuyu deresinin ağzına doğru ağlarını denizde bırakarak kaçışmaya başladılar. Eğer zamanında varırlarsa, gemiyi sahilde bırakıp inderesi vadisinde saklanabilirlerdi.
Kale komutanı Alaaddin Paşa hemen diğer iki gemiye de hareket emri verdi. Korkutbey ve Balibey gemileri de birazdan Çakabey’in sağında ve solunda yerlerini alacaklardı. Hem delikanlıyı hem de liman ahalisini şaşırtan bir olay daha oldu. Ama kimse bunun manasını önce çözemedi. Adrasan’da üçüncü duman da yükselmişti. Tüm ahali ilk iki dumanın anlamını biliyordu da bu üçüncü duman ne demekti? Sesler yükselmeye başladı: - Acaba komutan büyük bir donanma gelirse üçüncü bir ateş de yakın, mı dedi gözcülere? - Yok yahu! Temmuz sıcağı bu, ormana ateş sıçramıştır da o yüzden yanmıştır bir ağaç. Onun dumanıdır bu.
- Hayır hayır, dikkat edin, bir gemi yanarak limana doğru geliyor işte! deyince delikanlı herkes sebebini çözdü dumanın. Bir gemi arkasındaki sekiz savaş gemisinin vahşice saldırısından kaçan bir ceylan gibi Antalya’ya kaçmaya çalışıyordu. Telaş daha da arttı! Akdeniz’in temmuz sıcağında ağlarını denizin ortasına bırakan balıkçılar Küçük Arapsuyu deresine varmışlardı bile. Delikanlının görmediği taraflarda, şehrin hem içinde hem de dışında telaş artmıştı. Kale dışındaki tarım arazilerinin emektarları, etraflarda oyun oynayan çocuklar, kırlara gezintiye çıkmış şehir ahalisi kale kapısı kapanmadan önce şehre girmek için var güçleriyle koşturuyorlardı. Kale içinde ise askerler oradan oraya, görev yerlerine doğru koşuşturuyorlardı. Halk kalenin denizden uzak kısmına koşuştururken askerler de kalenin denize bakan burçlarında yerlerini almışlar, devasa Osmanlı toplarını ateşe hazır hale getirmişlerdi.
Delikanlı limandan kaçmayı aklına getirmemişti hiç. İlk kez böylesine heyecanlı bir kapışmayı canlı seyredecekti. Anası ısrar etmiş ama o babası ile limanda kalmak istemişti. Bu yüzden anası da ayrılmamış, tüm olanları oğlu ve kocasıyla beraber seyre koyulmuştu. Bağrındaki ateşten süzülen duman göğe çıka çıka gelen gemi bir Osmanlı savaş gemisi idi. Nedense tek başınaydı. Arkasındaki sekiz gemi ise, denizcilikleri ve korsanlıkları meşhur Rodos şovalyelerinin armadalarıydı. Korkusuzca Antalya körfezinin ta içine kadar girmişlerdi. Osmanlı gemisindeki komutan kimse çok zeki biri olmalıydı. Çünkü sekiz düşman gemisine karşı bir geminin yapacağı iki şey vardı: ya kahramanca çarpışıp iki üç düşman gemisini batırdıktan sonra şerefiyle Akdeniz’in sıcak sularına gömülmek ya da en yakın limana sığınarak daha sonra güçlü bir şekilde onların üzerine geri dönmek. Osmanlı kaptanı ikinci yolu seçmiş, son bir gayret Antalya kalesinin toplarının güvencesine girmeye çalışıyordu. Ama işi çok zordu. Acaba başarabilecek miydi.
Bu çılgın gemi kapışmasını izleyen liman ahalisi de delikanlı da çok heyecanlıydı. Çünkü Osmanlı gemisinin önünde en az on dakikalık bir yol daha vardı. Ama alev alev yanan geminin hızı da yavaş yavaş azalıyordu. Rodos şövalyelerinin armadaları gittikçe gemiye yaklaşıyor, hatta gemiyi çepeçevre sarmak için daire şeklinde açılıyorlardı. Galiba Osmanlı gemisi başaramayacaktı! Çakabey ve diğer iki gemi yardım edemez miydi? Ne yazık ki hayır! Kural böyleydi. Bu üç gemi de şehrin kulelerindeki topların menzilinden daha ileriye çarpışmaya gidemezlerdi. Yasaktı bu. Herkes hüzünlenmişti. Keşke yapılacak bir şey olsaydı, ama elden ne gelirdi. Alaaddin Paşa Tepe kuledeydi. O da eski bir kaptandı. Kapışmayı heyecanla seyrediyor, dua dua geminin kurtulması için Allah’a yalvarıyordu. Keşke elinde yardım etme imkanı olsaydı. Eli kaşlarının üstünde gözlerine gölge yaparken, gözleri de Osmanlı gemisine dikkatle bakıyordu.
Aman Allah’ım! Bayrağın yanındaki arma; can dostu, en yakın arkadaşı, kendisini kaç kez denizin soğuk sularında ölmekten kurtaran kardeşi Seydi Ali Reis’in armasının ta kendisiydi. Bir güneş ve yanında hilal… Heyecanlandı, tüm vücudunu ter bastı… eğer gemileri ileri doğru gönderirse komutanlıktan azledilirdi. Çünkü kuraldan asla taviz verilmezdi. Hiç düşünmeden karar verdi… Tepekule’nin komutanlık borusu üç kez gür sesle çaldı. Üç geminin kaptanı da şaşırmıştı. Çünkü hücum emri almışlardı. Kaptanlar hiç düşünmeden hücuma geçtiler. Liman ahalisi, delikanlı, kale burçlarındaki askerler, Allaaddin Paşa, hepsi hem sevinçliydiler hem de korkulu gözlerle kapışmayı izlemeye koyulmuşlardı. Bakalım… Sekiz Rodos Şövalyesi gemisi ile dört Osmanlı gemisinin savaşı nasıl sonuçlanacaktı?
Çok övülen Rodos Şövalyeleri, denizlerin yenilmez fedaileri olarak bilinirlerdi. Hele bir de kendilerine çok zarar vermiş olan Seydi Ali Reis olunca karşılarındaki… Acaba ne olacak? - Eyvah, kalenin içine doğru kaçmak lazım, dedi bir balıkçı. - Ben daha önce de gördüm bunları… Çok zalimdirler, taş taş üstünde komazlar, diye devam etti. - Olur mu öyle şey! Osmanlı gemisi bunlar, ne zaman yenildiler ki? Konuşmalar sürdü gitti. Bu arada gemiler birbirine iyice yaklaştı. Birbirlerinin top menziline yaklaşmışlar ama Antalya kalesinin toplarının menzilinden çıkmışlardı. Rodos Şövalyelerinin gemilerinin kaptanı Sör Franco, tecrübeli bir komutan, doğuştan denizciydi. Üç yüz yıldır denizci olan Franco ailesinin yetiştirdiği en parlak Rodos Şövalyesiydi. Franco, akıllılık yapmıştı.
Antalya Limanının önünde bekleyen üç Osmanlı savunma gemisinin kendilerine doğru harekete geçtiğini hemen fark etmişti. Osmanlı sahil kalelerini yakından tanırdı. Her kalenin önünde üç gemi bekler ve bunlar mecbur kalmadıkça kalenin toplarının menzilinden daha açılmazdı. Çünkü onların tek görevi kaleyi deniz tarafında savunmaktı. Ancak bugün farklı olabilirdi, ya gemiler Antalya körfezine doğru açılırsa! Diğer Rodos Şövalye gemilerinin kaptanları buna ihtimal vermiyordu. Ama Franco, Akdeniz’in kurduydu. Her hamleyi iyi koklar ve hiçbir zaman kaybetmezdi. Zaten ona tüm Akdeniz’de “Yenilmez Armada” adını takmışlardı. Franco, Seydi Ali Reis’in Osmanlı askerleri tarafından ne kadar sevildiğini, onun için her komutanın ölüme koşarak gideceğini bilirdi. Zaten ikili arasındaki yıllardır süren amansız kapışmada Seydi Ali Reis’i elinden kahraman levendlerin kaç kez kurtardığını kendisi bile hatırlamıyordu.
İşte, gemiler Seydi Ali Reis’i fark ederlerse mutlaka denize açılacaklardı. Diğer gemi kaptanlarından Rus devşirmesi Aleksandır, Franco’ya çok bastırdı… Antalya kalesine yaklaştıkça yaklaşalım ama Seydi Ali Reis’i mutlaka yakalayalım, diye… Fakat Franco ikna olmamıştı. Antalya kalesinin toplarının menziline girmeden, risk almadan Seydi Ali Reis’i takip etmeyi seçmişti. Franco’nun planı belliydi: Diğer gemiler de körfez sularına açılınca sekiz Rodos gemisine karşı biri yaralı dört Osmanlı gemisi kalacaktı. O, gemilerinden yarısını bile kaybetse bile sadece Seydi Ali Reis’in gemisine yüklenecek, yıllar süren kapışma Seydi Ali Reis’in ölümü ve Franco’nun zaferiyle sonuçlanacaktı. Hayallere daldı Franco… Rodos’taki muhteşem karşılama törenini, Venedik’e varınca soylu kadınlarla yapacağı eğlenceleri, Papa’nın kendisine vereceği azizlik rütbesini…
Belki de bu sayede Rodos’un tek hakimi o olur ve ileride Franco hanedanlığı tüm Ege ve Akdeniz’in hakimi olurdu. Bu hayaller Franco’nun iştahını arttırdı. Hücum emrini verdi. Çünkü Osmanlı gemileri Antalya kalesindeki topların menzilinden dışarı çıkmışlardı bile. Limandaki, delikanlıdaki ve Tepekule’de körfezdeki kapışmayı seyreden Alaaddin Paşa’daki heyecan doruktaydı. Delikanlı küçüktü ama kanı kaynıyordu. Şekerci Dedesinin anlattığı, küçücük yaşta Efendisi’ni Aleyhisselam korumak için savaşlara dalan Habbab bin Eret gibi hissediyordu kendisini. Denize atlamak, gemilerin sekizini de batırıp Osmanlı gemilerini kurtarmak istiyordu. Hırstan yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Herkes endişeden içerilere doğru çekilirken delikanlı hiç fenerin yanından hiç ayrılmıyor, adeta denize düşecek gibi ileri atılıyordu.
Franco’nun hamlesi Osmanlı savaş kadırgası Çakabey’in reisi Hüsrev Bey’i şaşırtmıştı. Hiç böyle bir hücum beklemiyordu. Çünkü sekiz gemi de olsa düşman sularında iseniz en iyisi geri çekilmekti. Ama Rodos Şövalyeleri çok inatçıydı. Franco’nun ilk hücumunda Korkutbey kadırgası ağır bir yara aldı ve limana doğru geri çekildi. Franco çok sevinçliydi. İş, hayal ettiğinden daha kolay sona erecekti. Belki de yüz yıl sonra Antalya Kalesinin içini yağmalayabilen ilk kişi kendisi olurdu. Ne büyük şöhret… Savaş bitmeden ganimet hayalleri hüsran doğurur derler. Seydi Ali Reis yılları kaptanıydı. O kadar kolay pes etmezdi. Gemisini son bir gayret Çakabey’e yaklaştırdı. Levendleriyle beraber Çakabey’in güvertesine süratle atladılar. Seydi Ali Reis’in meşhur kadırgası Narin, yardımcı kaptan tarafından limana doğru yoluna devam etti. Limanda bunun üzerine bir sevinç dalgası oluştu. Ama kafalarda soru işareti daha da arttı.
Şimdi iki gemiye karşı sekiz gemi… Acaba kazanırlar mıydı yoksa kaybederler miydi? Ne yapmaları lazımdı. Akla gelen ilk cevap limana doğru çekilsinlerdi. Ama bu o kadar da kolay değildi. Çünkü yönünüzü düşmandan çevirdiğiniz anda kolay lokma olur ve düşman toplarının art arda isabetleriyle Akdeniz’in derin sularına üç beş dakikada gömülürdünüz. Seydi Ali Reis ile Hüsrev Bey hızlı bir plan yaptılar. Plan çok tehlikeliydi. On dakika içinde tüm cephaneliklerini tüketebilirdi. Ama bu arada gemilerin batma riski çok yüksekti. Bakalım ne olacaktı. Limandaki herkes iki Osmanlı gemisinin de limana kaçacağını, savaşın kale topları ile Rodos Savaş gemileri arasında geçeceğini tahmin ediyordu. Ama kale komutanı Alaaddin paşa herkesten farklı düşünüyordu. Ona göre Osmanlı gemileri limana kaçmayacaktı.
Seydi Ali Reis’in müthiş dairesel hücumunu yapacaklardı. Bakalım Alaaddin Paşa’nın tahmini tutacak mıydı. Eğer bu tahmin tutarsa Alaaddin Paşa’nın ekibine çok büyük iş düşecekti. Rodos gemileri bu dairesel hücumların ardından eninde sonunda kale toplarının menziline fark etmeden gireceklerdi. Yeter ki Osmanlı gemileri dairesel hücumların her birinden çıkabilsinler ve Rodos gemilerinin arasında kalmasınlar. Alaaddin Bey, yirmi altı topun her birinin başındaki burç komutanlarına hangi gemiye nişan alacaklarını habercileriyle emretti. Artık Antalya kalesi imkansız bir zafere hazırdı ama bakalım iki kadırga sekiz düşman gemisini oyuna getirebilecek miydi. Şimdiye kadar Franco ile Seydi Ali Reis hep denk sayıdaki gemilerle çarpışmışlardı. Bu yüzden de Franco, Osmanlıların Helezonik dairesel taktiğinden habersizdi. Hele bu taktiği, liman şehirleri önündeki savunma için kullanmak üzere Seydi Ali Reis il Alaaddin Paşa tarafından Divan-ı Hümayun’a onaylattıklarından hiç mi hiç haberi yoktu.
Sekiz gemi hilal şeklinde bir tarafta, iki gemi ise yan yana tam karşılarında. Sekiz gemi de toplarını bu iki geminin geri kaçış rotasına doğru ayarlamıştı. Birkaç dakika sonra iş bitecekti. Franco, hayallerine ulaşmasına çok az kaldığı için savaş ruh haletinden çıkmıştı bile. O, güzel bir akşam ziyafeti çekmenin derdindeydi. Seydi Ali Reis iki gemiye birden hücum emrini verdi. Her iki gemi de düşmana doğru son sürat yol almaya başlamıştı. Bu intihardan başka bir şey değildi. Limandaki tecrübeli insanların hüzünle iki geminin intihara gidişine bakarken Franco şaşkın, Alaaddin Paşa ise çok sevinçliydi. Franco şaşkındı, çünkü sekiz geminin hiçbirisinin toplarını hücum ihtimali üzerine konumlandırtmamıştı. İki gemi düşmanın içine doğru yan yana giderken hiçbir düşman gemisi toplarını ateşleyememişti.
Franco acil bir emir verdi: - Tüm topları düşmanın üstüne çevirin! - Emredersiniz komutanı! İşte Franco oyuna düşmüştü. Toplar yön değiştirirken Balibey kadırgası sağa, Konyaaltı’ya doğru, Çakabey kadırgası ise sola, Lara’ya doğru dairesel ama geriye limana doğru helozonik bir yay çizmeye başladı. Franco yine şaşırıdı. Ne yapıyordu bu Seydi Ali Reis? İşte Rodos gemilerinin topları yine yanlış yönde kalmıştı. Çünkü Osmanlı gemileri üstlerine doğru intihar hareketi yapacak zannetmişlerdi. Ama tam toplar patlayacağı sırada Osmanlı gemileri dairesel olarak yön değiştirmişlerdi. Yön değiştirmekle kalmamış, yay çizerken iki geminin de tüm topları ateşlenmiş ve üç düşman gemisi feci şekilde yara almıştı. Artık Osmanlı gemileri limana doğru kaçıyorlardı. Limandakiler ve kuledeki askerler sevinç naraları atıyordu. Franco, hırslandı. Kaleye yaklaşma pahasına yara almış gemilere bile hücum emri verdi. Çünkü iki gemi gerisin geriye giderken batırmak çok kolaydı.
Fakat herkesi şaşırtan bir olay daha oldu. Osmanlı gemileri bir anda dairesel hareketle geri düşmana doğru döndüler. - Ne yapıyor bunlar, kaleye yaklaşsalar ya! Dedi bir balıkçı. - Eyvah, yarın cenazelerini kaldıracağız bu levendlerin. - Allah yardımcıları olsun. Herkes hüzünlendi. Boğazlara acı düğümlendi. Çünkü Osmanlı kadırgaları kaleye kaçmıyor, yine sekiz düşman gemisinin arasına dalıyordu. Bu sefer Balibey ve Çakabey kadırgaları yer değiştirmişlerdi. Son sürat düşmanın içine daldılar ama artık hazırlıklı olan düşmanın toplarından nasiplerini de aldılar. Fakat dairesel hareketi yine yaptılar. Yeni hücumlarında birbirlerinin tersine hareket yaptıkları için ateş almamışlar, düşmanı gafi avlamışlardı. İlginç şekilde bu ikinci yay hareketi sırasında düşmana hiç top atmadılar. Halbuki en az üç dört gemiyi daha yaralayabilirlerdi.
Franco, bu kez Seydi Ali Reis’in dairesel hücumunun başarısız olduğunu düşündü. İki Osmanlı gemisinden yükselen dumanlar liman ahalisini üzerken Franco’yu kahkahalara boğmuştu. Dairesel hareket bitip de Osmanlı kadırgaları geri çekilirken Franco hücum emrini verdi. Artık Seydi Ali Reis’i Akdeniz’deki en güçlü Osmanlı kalesinin önünden alan kahraman olmasına çok az zaman kalmıştı. Çakabey ve Balibey kadırgaları yay hareketlerini bitirdiler ve hızla limana doğru dümen kırdılar. Franco ve sekiz gemi de peşlerinden zaferi taçlandırmak için kale toplarının menziline giriverdiler. Fakat Osmanlı gemileri yine şaşırttı herkesi. Biri sağa diğeri sola doğru dümanlerini kırıverdiler. E peşlerinden de Rodos Şövalyelerinin gemileri dümen kırdılar ama bir şeyi unutmuşlardı. Bu hamleleri sonucunda kaleye gemileri top atamayacak hale gelmişti.
Evet, Osmanlı kadırgalarına top atabilir ama kaleden gelen top atışlarına ise cevap veremezlerdi. Bunu ilk anda Franco fark etti. Ama çok geçti. Nasıl da böyle bir oyuna gelmişti? Hemen kaçmaları lazımdı ama diğer gemilere haber vermek imkansızdı hücum anında. Hayalleri suya düşüyordu Franco’nun. Diğer gemi kaptanları henüz uyanmamışken o, dümeni Akdeniz’in ufkuna kırdırdı ve geri kaçmaya başladı. Diğer gemiler anlamadılar Franco’nun çok ani gelişen hamlelerini. Onlar Çakabey ve Balibey gemilerine nişan almaya çalışıyorlardı. Ama bu iki Osmanlı kadırgası kale toplarının önünden çekilir çekilmez her şey anlaşıldı. Liman halkı ve Rodos Şövalyeleri’nin Franco haricindeki dikkatsiz komutanları kaleden bir anda atılmaya başlanan yirmi altı topun sesiyle irkildiler.
Aman Allah’ım! Nasıl da hedefini buluyordu toplar. Her gemiye en az üç top güllesi isabet etmişti bir anda. Limanda ve burçlardaki halkta sevinç naraları yükselirken Rodos Şövalyeleri kendilerini yüz üstü bırakan Franco’ya lanet okuyorlardı. Yedi gemideki onlarca Rodos Şövalyesi Antalya limanının önünde Akdeniz’in sularına gömülürken Rodos’a doğru kaçmaya başlayan Franco’nun da hanedanlık hayalleri Seydi Ali Reis ve Alaaddin Paşa’nın dehası sayesinde sulara gömülmeye başlamıştı. Hey gidi günler! Ne de çabuk geçti bu çocukluk günleri…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder