UZAK

Tür: Uzun Hikâye 
Yazar: Yılmaz ÇANDIR



(Uzun bir gurbetin başlangıcı)
Uçaktan indim.
Koşuşturmacanın arasında valizleri almak için kargo paletlerine yöneldim.
Eşyam bu sefer fazlaydı.





Allah’tan uçağa almışlardı ağır valizlerimi.
Zor da olsa ikna etmiştim uzaklara ilk yolculuğum olduğu için fazla olduğuna.
Sağ olsunlar, kabul etiler.
Paletlerden bir iki gelmeye başladı yolcuların valizleri.
Herhalde benimkiler de birazdan gelir.

Evde zor hazırladık valizleri.
Keşke akşama bırakmasaymışız…
Önce iki dayım geldi.
Hüseyin Dayım yalnızdı.
Yengem hasta, evde yatalak...
Onun selamını da getirdi.
Ali Dayım ise çoluk çocuk gelmişti.
Amcam ve halamlar da gelince tam bir curcuna olmuştu.
Herkes gidince gece yarısı annem ve teyzemle beraber hazırladık valizleri.

Gözlerinin altı şişmişti annemin.
“Bu sefer uzaklara oğlum!
Üniversite değil ki bu.
Keşke yamacımızda, yakınımızda olsaydın.
Şehir yanı başımızda.
Bazen biz gelirdik bazen de sen…
Burası da güzel yer değil mi sanki?”

Farkındaydı,
dönüşü olmayan yolculuğumun.
Yüreği yanıyordu.
Üzgündü.
Belki gelecekteki gelininin, torunlarının gurbet acısını şimdiden yaşamaya başlamıştı.

“Uzakta olmak acıdır ama,
uzağın da tekrar tekrar dönüşleri vardır anne,
her şeyden daha tatlı.”
“Doğru ama,
neylersin, yürek bu…
evlada dayanamaz ki”

Valiz hazırlığı bitince ben uyudum.
ama nasıl bir uyku?
Rüya… rüya… rüya…
Bir anneme kavuşuyorum, bir uzaklarda kayboluyorum.
Korkuyorum.
Yalnız kalıyorum uzaklarda.
Kayboluyorum tanımadığım kalabalıklarda.
En umutsuz zamanda annem çıkıyor karşıma.
Ellerini açıyor ve kolluyor beni uzaklarda.

Gözlerimi açıyorum, anlıyorum ki evde yatağımdayım, annem yan odada teyzemle içli içli konuşuyor;
uzun uzun ağlamış da ağlamaya dermanı kalmamış, ağlamaktan içinin yangını daha fazla büyümüş dertliler gibi.

Sanmayın ki dert gerçekten artmıştır.
Yüreğin yangını ağlamayla dengesini bulmuş, artık yangın, yüreğin bir parçası olmuştur.
Uzun bir ağlamadan sonraki sakin, durgun, tane tane kelimelerin ağızdan içli içli çıkışından anlarsınız bunu.

Annem de böyle konuşuyordu teyzemle.
Geçmişi anarken yanık yüreğini garip bir huzur kaplıyordu.
Eski ayrılıkları, hüzünleri, kopuşları anıyor; hepsinin geçip gitmesinden güç alarak benim uzaklara gidişimi de yeneceğini düşünüyordu.
Rahatladım böyle düşündüğünü duyunca.

Tekrar uykuya dalıyorum.
Bu sefer gidiyorum taa çocukluğuma,
çabuk geçen tatlı günlerime.
Köyde, evin önünde oynadığımız zamanlara…
Köy kahvesinin sürekli akan çeşmesindeki yaramazlıklarımıza…
Camide, Kerim Hafız’ı kızdırdığımız muzipliklerimize…
Biraz büyüyüp cesaretlenince uzaklara duyduğumuz arzulara…
Annemi korkutan maceralarımıza…

Gidiyorum;
Ahmet ve Selim’le beraber tepelere doğru yaptığımız macera dolu keşiflere…
Önce korku, sonra heyecan…
Herkesten gizli, garip bir cesaret tutkusu…

Ve başlayan uzaklara yolculuk macerası…
Köyün etrafı ne kadar da küçük geliyor şimdi bana…
Ama çocukken oralar ne aşılmaz zirvelerdi bizim için.
Selim olmasa cesaret edemezdim ama birkaç sene sonra da olsa çıkardım gibi geliyor bana o tepelere.

Şimdi uzaklar bana çok uzak geliyor.
Ama uçak inince artık yakın olacak her diyar bana.
Tıpkı köyümün tepelerinin bir zamanlar zirveler gibi karşımda dikildiği gibi.
Biliyorum böyle olacağını.

İlk çıktığımız tepede yaşadığım duyguyu yaşadım yine rüyamda.
Tepeye az kalmıştı.
Yoruldum
ama, Selim cesaretlendirdi.

“hadi, birazdan tepede dinleniriz.”
“burada dursak olmaz mı?”
“sırası mı şimdi oturup kalmanın?”
“e, hadi tamam o zaman.”

Vardık tepeye…
“aman Allahım!”
“Her yer ayaklarımızın altında…”
“heey, gördünüz mü şu gölün kıyısını! Bir dahaki sefere oraya gidelim.”
Rüzgar tatlı tatlı esiyordu… yaşadığım yerleri uzaktan seyretmek bana huzuru tattırmıştı.

Artık biz, böyle çok seyredecektik uzaklardan başka uzakları…
ve sevecektik üçümüz de maceraları…
“çabuk dönelim. Annem bir duyarsa halimiz yaman olur.”
“keşke biraz daha kalsaydık.”
“acele edelim acele… akşam ezanı biz ininceye okunur.”

Nedense rüyamda uzun uzun yaşadım tepeye çıktığımız ilk günü.
Ağlamanın anneme verdiği bir garip huzur gibi bu rüya da bana bir garip ferahlık yaşattı.
Uzakları yaşamanın bana mutluluk verdiğini hatırlattı.
Sabah oldu. Uyandım.
Namazı kıldım. Gün ağarırken kahvaltıya oturduk.
Üç kardeş, annem ve teyzem.
Sessizdik kahvaltı boyunca.

Annem neşeliydi. Sanki durgun, dalgasız bir denizdi.
Ama fırtına birden patladı.
Şaşırdım.
Gözlerinden yaşlar akın akın sökülmeye başlamıştı.Bu benim uzaklara gitmemden değil, belliydi.
Lokmalar ağlamamak gayretiyle düğümlenen boğazlarımızdan geçmiyordu artık. Etkilenmiştik.

“Ne oldu anne durup dururken!
Yapma ama, abim gidiyor bak, üzme onu şimdi.”

Boğuk,hıçkırıklarla iç içe geçen kelimeler çıktı ağzından. Zor anladım.Ama anlayınca benim de gözlerim doluverdi:

“Baban görseydi,
seni o da uğurlasaydı.
Çok zor geçti oğlum seneler…
Aniden gitti baban.
Hüseyin Dayın geldi, eve girdi, Yutkundu…
İnanamadım önce,
Söyleyemedi, başladı ağlamaya…
Anladım ben o anda. Sarıldım dayına ve yığılıncaya kadar ağladım.
Yakınında olmanı isterdi ama, uzaklara gidişini baban da görseydi keşke.”

Hatırlıyorum o acı günü…
On iki yaşımdaydım.
Maceralı günlerimizin, tepeleri keşfimizin üstünden üç sene geçmişti.

Damı topraktan olan evimizin önünde, annemin bıkıp usanmadan bize bağırdığı, küçük sebze bahçesini yaramaz canavarlardan korumaya çalıştığı yerin kenarında Selim’le planlar yapıyorduk.
Aşağıdaki dereye inip balık tutacaktık.
Ben pek inanmıyordum balık olacağına. Ama Selim orada büyük balıklar olduğunu iddia ediyordu.
Çocuk aklı…
Çünkü hiç orada balık tutan görmemişti.
“Herhalde artık kocaman kocaman balıklar haline gelmişlerdir.”
Ben gülüyor,
dalga geçiyordum Selim’in hayalleriyle.
Fakat onunla bu maceraya da atılacağımı biliyordum.


Biz konuşurken birden evden hıçkırıklar yükselmişti.

Koşarak gittim.
Selim de yanımda…
Annemle dayımı gördüm, sarılmışlar ağlıyorlardı.
Ne oldu anlayamadım.
Ağzım açık, korku ve merak içinde gözlerimi onlara diktim.

“Baban…
tarlada çift sürüyorduk.
Bugün çok yorgun görünüyordu.
Terledi, yere oturdu, su içti ama dayanamadı.
Uzanıp kaldı.
Çok uğraştık ama açamadı gözlerini bir daha.
Ali Dayınlar getiriyor şimdi arabayla.
Hazırlık yapmalıyız.”

Şaşırmıştım…
Bu da nerden çıkmıştı şimdi?
Anneme sarılıp ağlamak istedim.
Ama korktum, sarılamadım, cesaret edemedim.
Artık kendimde değildim.

Hüseyin Dayımın peşine takıldım.
Kaçtım sanki annemden.
Merdivenlerden indik aşağıya.
Sandıkları dizerek cenaze için yer oluşturduk.
Biz aşağıda hazırlık yapıyorduk.
Selim, derede balık tutma planlarını unutmuş bize yardım ediyordu.
Babamın cenazesi henüz gelmemişti. Kadınlar üçerli beşerli, yüzlerinde hüzünlü bir ciddiyet, eve doluşmaya başladı.
Önümüzden sessiz ve hızlı geçiyorlar, sanki cenazenin yıkanacağı yeri görmek istemiyorlar gibiydi.
Evdeki kadınların sayısı arttıkça hıçkırıklar ve matemler de çoğalıyordu.

Cenaze geldi.
Ali Dayım, imamımız Kerim Hafız, köyün erkekleri topluca getirdiler.

Sarıldım Ali Dayıma.
Boyum uzamıştı ama henüz kısaydım dayımdan.
İç geçirmelerini, hüznünü hissediyordum başımı dayadığım göğsünden.
Başımı sıvazladı.
Saçlarımdan öptü.
Rahatlamıştım galiba biraz.

Babam yoktu ama, yakınımda hep birileri boşluğunu doldurmaya çalışıyordu.
Mehmet Amcam bile yakınlaştı bana.
Köy kahvesinde görse, yolda karşılaşsa yeğeni değilmişim de köydeki alelade bir çocukmuşum gibi davranırdı bana.
O sessiz, içine kapanık adam bile sarıldı:
“endişelenme, yanında hep ben varım amcam!” dedi.
Mutlu etti beni.

Köyün camisi de mezarlığı da evimize çok yakın.
Camide topluca namaz, uzun bir dua, defin, akşam kalabalık bir taziye…
Üzerime çöken, göz kapaklarımı zorlayan yorgunluk…
Her gelene ikramlar, nasihatler, ah çekilerek kendi gençliklerinde büyüklerin başından geçen benzer olayları dinlemeler…
Meşguliyetten annemle, hiçbir şeyin farkında olmayan kardeşlerimle konuşamamış, sarılamamıştık bile.
Geç oldu. Herkes gitti;
teyzem, birkaç akraba kadın, evin önünde bekleşen dayımlar amcamlar hariç…

Bizimle kalanlar en yakınlarımızdı.
Hiç duymadığım hatıralar dinledim o gece, yalnızlığımı çevreleyen yakınlarımdan.

Söze biri başlıyor diğerleri hatırlayıp devam ediyor.
Babamdan söz ediyorlar anlıyorum.
Olaylar gençlikten…
Sevinçli günler,
Hüzünlü günler…
Yapılan güreşler,
Kaybedilen oyunlar ama yeni istekler…
Annemi istettiği gün, nişan, düğün…
Zar zor kurulan ev, benim doğuşum,
Kahvede herkese ısmarlanan çaylar…
Öldüğü tarlayı harımlamak, etrafını çitlerle çevirmek, taşını çapağını kaldırmak için geçen zamanlar…
En olmadık zamanlarda yapılan şakalar,
Olmaz denen, ama olan garip garip komik olaylar

Anlatırken gülüşmeler hatta kahkahalar…
Ama konuşan susunca,
sessizlik kaplayınca bizi,
kabus gibi tekrar üstümüze gelen hüzün…

Ne gündü…
ne geceydi…
Unutamadım.
Acaba hala on iki yaşımda mıydım?

“Tamam anne ama…
Bak gidiyor abim, niye üzüyorsun şimdi onu?”

“Üzülür müyüm hiç!
Sen anneme bir şey deme.
Bırak ağlasın!
Ben on ikimdeyken öldü babam, siz küçüktünüz.
O varken çok farklıydık.
Rahattık. Yükünü babam taşırdı evimizin.
Akşamları üçümüz çullanırdık babamın üstüne.
Annem de neşeyle uğraşırdı evde. bahçede…
Sonrası çok zor geçti anneme.”

Gitmeden önce annemi rahatlatmalıydım.

“Anlatsana anne.. ne yaptın da sırtlayabildin bu kadar yükü!”

“Sorma oğlum sorma!
Başa geldi bir kere…
Yapmayıp da ne yapacaksın?
Analığı da babalığı da sırtlanacaksın.”

Annem sonrasını anlattı içli içli…
Zor bir ayrılık, hem de ansızın ve geri dönüşü olmaksızın…
Çocukların büyütülmesi, ev işleri, amcalar dayılar yardım etse de tedarik sıkıntısı, parasızlık, yalnızlık…
Eh bir de çocukların okutulması…
Parasız yatılıya uğurlamalar…

Üniversite masrafları için satılan tarla, kız kardeşimin düğününü Ali Dayımın yüklenmesi, küçük oğlanın da yatılıya gitmesi, annemin yalnızlığının katlanması…
Üniversitede uzak şehirde bir oğlan, köyün ilçesinde yatılı okuyan küçük oğlan…
İkisi de uzakta…
Kız artık başka ailede gelin...
Teyzem de yan evde olmasa yapayalnız, herkesten uzakta bir hayat.

“Baban ölünce sizden ayrılmayı hiç hayal etmemiştim.
ama nerden bilirdim hepinizin böyle uzaklara savrulacağınızı...
hayal ettim hep sizinle yan yana yaşamayı
avundum yıllarca…
yastığa tek baş koymanın sıkıntısını çektim hep…
ama hayalim sizlerdiniz hep!”

Annemin bu kadar dolu olduğu... Şaşırmıştım onun bu haline. Ben onu çok sağlam, dirayetli zannediyordum.
Ne kadar da kırılganmış oysa.
Kendimi annemin yüzüne bakar halde buldum.
“Ne kadar da dertliymiş, ben uzaklara gidince ne yapacak şimdi?” diye düşündüm içimden.
Konuşmaya cesaretim yoktu. Sustum sadece.
Kahvaltıya devam ettim.
Bir zeytinden, bir peynirden, bir patates kızartmasından…
Bir şey konuşmaya cesaret edemiyordum.
Sadece kahvaltımı yapıp bir an önce çıkmayı düşündüm.
Dalmıştım.
Köy kahvesinin önünden korna sesi yükselince elimde çatal, kendime geldim.

Dolmuşçu Şahin hep böyle yapar.
Her sabah dolmuşuyla köy kahvesinin önüne gelir.
Uzun uzun dört beş kez havalı kornasına basar.
Bütün köye dolmuşun kalkış saatini hatırlatmış olur.
Sonra da girer kahveden içeri.
Alır çayını, yudumlar; erkencilerle muhabbete girişir.

Bilirsiniz ki Dolmuşçu Şahin’in çay faslı yirmi dakika sürer.
Eğer yaz mevsimindeysek asmanın altındaki masanın köşesinde; kış gelip de hava soğumuşsa, içeride sobanın başında, mutlaka bu çay faslını gerçekleştirirdi.

Bu çay fasılları erkenciler için önemliydi.
Genelde ihtiyarlardan oluşan erkenciler, ilçede olan biten havadisi sanki artık televizyon kanalları, cep telefonları yokmuş gibi eski alışkanlıkla dolmuşçu Şahin’den dinlemekten zevk alırdı.
O da akşamları yorgun olup kahveye çıkamadığından her sabah bu çay faslında her duyduğunu anlatmaktan zevk alırdı.

Çay faslı bitince de dolmuşa binen Şahin, yolcuları, havalı kornaya basa basa yoldan tek tek toplardı.
Dolmuşun havalı kornasını duyunca hemen kaktık.
Valizlerimi aldık kapıya çıktık,
Annem, kardeşlerim, teyzemle beraber.
Annem eski vakur, dirayetli haline dönüş yapmıştı.

Ben bir şey unutmuşçasına içeriye geri döndüm.
Herkes dışarıda beni bekliyor.
Holde ilerledim. Büyük salonun ortasında durdum. Pencereden köyün sırtını yasladığı yüksek tepeyi, çamları seyre daldım.
Gözüme rüyamda tekrarını yaşadığım çocukluk keşiflerimiz geldi.
Ne çabuk geçtiler!
Döndüm, sağdaki odaya girdim, sobalı, yatağımın her uyku saatinde serildiği küçük olana…
Çok zaman geçirmiştim şimdiye dek bu odada.

“oğlum hadi!
Şahin şimdi sürer arabayı, çıkalım bir an evvel yola.”
“tamam, geliyorum.”
Tamam da, bir bilseniz içimdeki duygularımı, ayrılık acısını, uzaklarda boğuşacağım yalnızlığı…

“Abim korktu galiba uzaklara gitmekten!”
Kapıda gülüşmeler…
Korkmadım ama, hem çok seviyorum buraları hem de istiyorum hayalimdekiler için uzakları… bir bilseniz… size bir söyleyebilsem!
Merdivenlerden aşağıya indik. Köy yoluna yürüdük. Dolmuş kahveden hareket etmişti.
Dalmışım.
Dayımların, amcamların, halamın ve Selim ile arkadaşlarımın yolun bizim eve bağlanan sapağında bekleştiklerini fark etmemişim.

Onlara doğru ilerledik.
Hepsine tek tek sarıldım. Mecalim yoktu konuşmaya. Eğer birimizin gözü nemlenirse kahvaltıdaki annemin fırtınasından daha büyüğü çıkacak gibiydi.

Selim’e baktım. Yıllar ne hızlıydı. O, köyde kalıp okumadığı için askerden önce nişanlanmış, dönüşte düğün yapmış, iki çocuğu bile olmuştu; Kerem ve Ayşe.

“Sendin maceracı ama görüyor musun kaderi?”
“Ne yaparsın, hayat insanı sürüklüyor gidiyor, nereye gideceğini nereden bilirsin?”
“sen kaldın burada… tepeler hızını kesti senin, aslında uzaklara açılmak sana vurmalıydı.”
“Onlar çok geride eskilerde kaldı ki, nerden hatırladın şimdi çocukluk zamanımızı?”
“Hadi neyse, kendinize iyi bakın buralarda.”

Üzülmüştü Selim. Beni uzaklara yollamak yalnız kalmaktı onun için… saatlerce kim muhabbet edecekti onunla artık?
Annem sessiz sessiz ağlamaya başladı. Onu teyzem ve kız kardeşim takip etti…
Tam bir merasim başladı işte!

Hüseyin dayım arkasını döndü. Yufka yürekliydi, çabuk ağlardı ama ağladığını da belli etmek istemezdi. Sadece eliyle gözünü sildiğini sonra da bize döndüğünü fark ettim. Gülümsüyordu.

İçine kapanık sessiz amcam bana babamın gidişinden beri yakındı. Ceketimin yan cebine bir tomar para sıkıştırdı mahcup şekilde.
“Ne gerek var Mehmet Amca şimdi buna? Okumaya değil artık.
Benim sana para göndermem lazım bundan sonra.”
Konuşmadı, başı hafif eğik hüzünlü ama kararlı şeklide gözlerime baktı, ceketimin cebine, sanki para ordan çıkmasın der gibi bir iki kez dokundu.

Herkesle tek tek vedalaştım. Beni ne kadar sevdiklerini, onları da ne kadar sevdiğimi, ayrılmanın çok zor olacağını anladım.

“Uzaklara gitmek ne kadar zormuş!” diye içimden geçirdim.
Buralar ne de güzelmiş!
Okurken özlerdim de yazları gelince bir haftada sıkılıp kaçmak isterdim.
Hâlbuki bu gelişimde iki aydır hiç sıkılmamış, köyden ayrılmak istememiştim. Söz vermesem gitmeyecektim bile.
Dolmuş yaklaştı.
İçinde altı yolcu daha vardı ama birisini tanıyamadım. Herhalde misafirdi. Diğerleri kahvenin üst tarafında evi olanlardı.

Araba beyaz renkliydi. Mavi şeritleri vardı ama yılların yıpratıcılığı onu soldurmuştu.
Üstünde ince demir borulardan yapılmış bir yük taşıma yeri vardı.

Hiç unutmam. Lisedeydim.
Bir Cuma günü yatılı okul çıkışı zar zor yetişmiştim dolmuşa.

Dolmuşçu Şahin’in gençliği…
Arabayı hızlı kullanır, bakımını zamanında yaptırmaz, sık sık köy yolunda arıza yapar, tesadüf denk gelen bir arabayla ilçeye dönülüp usta getirilir; bu arada yolcular da yol kenarında uygun taşlarla oturaklar yapıp ellerindeki nevalelerle ikindi ziyafeti çeker kendine. Hiçbirinin aklına da Dolmuşçu Şahin’e kızmak gelmezdi:
“İnsan yapımı bu, naparsın kul bile hasta olup ölüyor.”

Araba tıklım tıklımdı.
“Yeğen şimdilik gel otur koridora, ilçeyi çıkınca tepeye çıkarsın.”
Şaşkın şaşkın kabul ettim. O gün en güzel günlerimden olmuştu. Köyümün yolunu, dağını, çamlarını hiç bu kadar seyretmemiştim fakat bir hafta yurdun revirinde hasta yatmıştım karşılığında.
Kapı açıldı. İçeriye adımımı attım.
“Selamünaleyküm!”
“Aleykümselam!” dedi birden fazla ses.
“Hayırlı yolculuklar ola!”
“Uzaklara gidiyormuşsun doğru mu?”
“Evet, nasipte bu varmış.”
“Ne gerek var yeğenim yurt dışına, yetmez mi ülkesi insana!”
“Sırtını devlete dayasana… ne güzel yaşlanınca emekli olursun, iş de garanti.”
“Bakalım amca, hayırlısı inşallah!”
“İnşallah!”

Bir anda başka bir dünya oluverdi bana dolmuşun içi. Evde yaşadıklarımın bir benzerini yaşadım içeride. Sıkılmıştım ama dinleyecektim, başka çarem yoktu.

Dolmuş havalı kornasını çalarak ilerledi.
Az ileride Salih Dayı, bükük beli ve eski, yamalı, küçük çantasıyla yol ağzında bekliyordu.

Bazı insanlar böyledir. Sanki yaşadıkları zamanın bir faslında donar kalırlar ve sonraki yıllarda yaşasalar da mıhlanıp kalmış gibi eski yıllarını tekrar eder dururlar.

Salih Dayı da bizim köydeki birçok ihtiyar gibi eski zamanı hem davranışları hem de yıllara meydan okuyan tarzları ve kıyafetleriyle bu insanlardan biriydi.

Yıllar ne kadar modernlik pompalasa, torunları, çevrelerindeki insanlar, teknoloji ne kadar değişse de Salih Dayı gibiler hiç değişmezler. Hem köy, hem kasaba onları bu halleriyle kabullenir; hatta bu tarzlarını değiştirmeyip geçmişten hatıra gibi kaldıkları için de saygı görürlerdi.

“Selamünaleyküm!”
“Aleykümselam Salih Dayı! Nereye böyle?”
“Tarım şubesine gidilcek. Evraklar eksik kalmış da onları bi halledelim gelelim dedim.”
“Geçen gitmedin mi Dayı?”
“Gittim ama, unutmuşuz işte tapuyu yardım defterine işlettirmeyi, sağolsun Şahin dün söyledi de onu tamamlayalım dedim.”
“Yok mu halledecek biri?”
“Kendi işimizi kendimiz yapalım yeğen, yoksa yarım kalır, ne olu ne olmaz.”
“Hadi hayırlısı.”

“Yeğenim, sana da hayırlı yolculuklar.” Dedi Salih Dayı sırtını yarım dönerek bana.
“Sağol Dayı, sağol.”
“Uzaklara gidiyorsun öyle mi?”
“Nasip olursa öyle olacak inşallah!”
“Doğduğun yer değil; doyduğun yer demişler oğul! İyi yapıyorsun iyi, kapana kapalı kalıp hareketsiz kalacağını koca dünyada gez ki geliştir kendini… eee ne demişler çok yaşayan değil çok gezen…”

Konuşmamız sürdü gitti dolmuşun içinde…
Bir Dolmuşçu Şahin konuşuyor, bir Salih Dayı, bir başka köylü… bambaşka bir dünya oluşmuştu dolmuşta.

Çok takip edemedim konuşulanları. Yine daldım tatlı geçmişime, hayallerime…

Asmalımuğar bizim köyün yolunun üstündeki en tatlı su gözüdür. Çelik gibi suyu vardır. Tatlıdır da. En güzeli de etrafındaki kavakların bolluğu, gölgesi insana Cennetten bir köşe duygusu verir.

Dolmuşçu Şahin’in yıllardır değişmeyen alışkanlıklarından biri de burada hem gelişte hem gidişte verdiği molalardır. Pek çok insan yağmurun yağdığı zamanlarda transit geçilince bu muğardan hemen hayıflanır ve Asmalımuğar’ın muhabbeti başlardı dolmuşun içinde.

Suyunu içemezsek sözünü edelim bari, denir ve insanın böbreklerine iyi geldiği, damarlara, mideye, karaciğere faydalı olduğu söylenir giderdi.

Allah’tan bugün hava güzeldi. Durduk. Hepimiz indik. Misafir olan yolcuya arkadaşı bu suyun faydalarını anlatadursun biz kana kana sudan içip, elimizi yüzümüzü yıkayıp tatlı bir muhabbete girişmiştik.

Molanın saati olmaz. Ne zaman Dolmuşçu Şahin molanın bitişini sezer de arabaya yönelirse herkes koltuklara bir bir yerleşirdi.

Yine öyle oldu. Ben son bindim dolmuşa. Tepeye son kez baktığım gibi Asmalımuğara da son kez baktım, sessizce vedalaştım.

İlçeye yaklaştık.
Yüküm fazlaydı.
Domuşçu Şahin arkaya bana seslendi hafif yan dönüp.

“Direkt şehre, havaalanına doğru mu gideceksin?”
“Öyle düşünüyorum ama…”
“O zaman çevre yolunun sonuna kadar gidelim de seni doğru yerde indirelim yüklerinle yorulma!”
“Abi, orası yolunuzu uzatır. Bekletmeyelim herkesi. Ben bir araba bulup geçerim çevre yoluna.”
“Yeğenim bizim acelemiz yok, seni bırakalım öyle geçeriz.”

Sağ olsunlar… şehirdeki acelecilik, hepbencilik yok buralarda, fedakarlık olağan bir şey.

İlçenin tek tük dışarıda kalmış evleri, etrafında oynayan, dünyadan habersiz koşuşturan çocukları… asmalar, yazın sıcağından büzüşmüş yaprakları, kavaklar, ara sıra el edip dolu dolmuşun durmasını bekleyen sakin insanları…
Ne kadar sakindi...
Yolcularla vedalaştım, dolmuştan indim. Onlara el sallarken içim sızladı, derin bir acı hissettim.
Halbuki daha önce defalarca ayrılmıştım aynı dolmuştan, ayrılıp vedalaşmıştım yolculardan.
Hiçbirinde üzülmemiş, rahat rahat yoluma; ya ilçedeki yatılı liseme ya da uzak şehirdeki üniversiteme doğru yola koyulmuştum.

Bir seferinde hiç unutmam.
Sağanak, şiddetli yağmur yağıyordu. Üniversiteye doğru yola çıktığım bir eylül sonuydu.

Dolmuştan yine ilçenin dışından geçen bu çevre yolunda inmiştim. Küçük bir durak vardı.
Ama sadece elektrik direğine asılı bir levha…
Mavi zeminde beyaz renkli kocaman bir “D” harfi…
Biraz ileride bir ağaç var ama bu şimşekli, yıldırımlı havada onun altına gitmeye bende cesaret yoktu…

Bir saat ötedeki şehirden yola çıkıp gelen otobüs buradan geçiyor, sekiz saat sonra da büyükşehre varıyordu.
Otobüsün gelmesine daha vardı ama benim yağmurdan korunacağım bir yer yoktu.

Zaman geçti, geçti…

Yanımda valizim, otobüsü yolun ucunda görünce ne kadar da ferahlamıştım.
Elimi uzatıp –sanki durmayacak korkusuyla- tekrar tekrar salladım.
Otobüs önümde durdu. Muavin indi.

“hemşerim nereye?”
“Anadolu yakasında ineceğim.”
“tamam, o zaman valizi sol bagaja koyalım.”

Otobüsün öbür tarafına yürüdük. Valizimi koydum.

“ben hemen valizi açıp burada üstümü değiştiriversem…”
“olur hemşerim, olur, bekleyelim, yukarıda değiştiremezsin zaten…”

Muavin otobüsün ön kapısına gitti… orada beni bekledi…
Hemen valizimi açtım… gömleğimi ve pantolonumu hızlıca değiştirdim, ıslak ıslak elbiselerimi valize koydum.

“Oh be, dünya varmış…
Sanki hiç gelmeyeceksiniz sandım.
Yağmur çok bastırmıştı.”
“Hemşerim seni on yedi numaraya alalım, orası müsait, şansın varmış da boş yerimiz varmış, yoksa halin yaman olurdu.
hadi geçmiş olsun!”

Artık kendimi güvende hissediyordum. Otobüsümde, rahat rahat büyükşehre doğru gidecektim.
Koltuğuma doğru ilerledim.
Sağlı sollu yolcular kendisini bekleten insana, bana, bakıyorlardı.
Yüzlerinde yolculuğun yorgunluğu okunuyordu.
Bir an evvel yolculuğun bitmesini, varacakları yere ulaşmayı istiyorlardı.

Yanımda yolculuk yapacak kimse yoktu.
On yedi numaraya yerleşince kendimi cennette hissetmiştim.
Bir uyku bastırmıştı beni ki sormayın gitsin…

Molalar, yolcular arasındaki muhabbetler, kahkahalar, şoförün teybinden gelen arabesk sesi, arabanın sarsıntıları, çalan kornalar bana ninni gibi gelmiş, sabaha kadar uyanmamıştım.

Yolculuk ben uyurken tüm hızıyla sürmüş, duraklar tek tek aşılmış, koca şehre otobüsümüz varmıştı.
Ama ben farkında değildim.

Sabah bir ses
“Hemşerim, sen karşıya geçmiyorsun değil mi?”
“Evet, evet…”

Anında uyanmış, karşımda üniversiteyi okuduğum kalabalık şehri görünce şaşakalmıştım.

Dolmuştan inip, otobüsü beklediğim çevre yolu ilçenin ovasını ortadan ikiye bölüyordu.
Ovayı çevreleyen uzaktaki tepeler sanki biraz önce dolmuşla ayrıldığım yerler değil gibiydi.
Oralarda serin sular, yemyeşil ağaçlar… ama ova sanki hayatı yok eden kurak bir çöldü.

Gerçi şimdi temmuz sıcağı ortalığı kasıp kavuruyordu. Ara sıra esen poyraz bile alev üfleyen bir ejderha gibiydi.

Tarım yapılan yeşil tarlalar da olmasa hayat belirtisi yoktu ovada…

Dolmuştan iner inmez etrafa bir göz gezdirdim.
Çevre yolunun etrafında yeni yeni yapılan, ilçe dolduğu için dışarı taşan tek tük evler, üçer dörder katlı mütevazi apartmanlar, o evlere umutla açılmış rızık kapısı küçük bir bakkal, yolun karşısındaki lastik tamircisi, tuğla çimento satan dağınık bir iş yeri, hemen ön tarafında iyice tozlanmış BMC marka iki kamyon…
Her yıl buralar biraz daha değişiyor, kalabalıklaşan ilçe buralara doğru ilerliyordu ama yine de sakin sayılırdı ortalık.

Dolmuş uzaklaştı,
Ufukta kayboldu…
İçindeki insanlarla birlikte bir hayal olarak kaldı ruhumda.