ESİR LEVEND

Tür: Roman 

Yazar: Yılmaz Çandır

Bir Levendin Okyanus Hikâyeleri, 
1. Bölüm 

Gün öğleye yaklaşıyordu. Portekiz savaş gemisinin güvertesinde, burun tarafındaki günlük temizliğini yapıyordu. Güneşin alev topu misali sıcağı denizle birleşip bütün vücudunu yakmaya başlamıştı. Akdeniz’in garip sessizliğine takıldı kaldı gözleri. 

Dalgasızdı Akdeniz. Etrafta kendi gemilerinden başka hiçbir şey görünmüyordu. Ipıssız bir çöl gibi uzayıp gidiyordu deniz. Ama sapsarı bir çöl değildi bu, masmavi bir çarşaf...Gerçi güneşin dalgalı akisleri bazen denizin güneşe baktığınız tarafını sarartmıyor da değildi. 

ENTROPİ ve İNSAN YAŞAMI


Tür: Deneme
Yazar: Hasan Mercan





Entropi, basitçe bir sistemde düzensizliğin gittikçe artmasıdır. 

Kainatta her şey,
kendini minimum enerji ve maksimum düzensizliğe çekmek ister.
Bu kanunu kainatın her yanında gözlemleyebiliriz.






MANKURT

         Tür: Deneme
         Yazar: İsa Olgun
      
        Cengiz Aytmatov, 1980 yılında yazdığı ve birçok dile çevirisi yapılan "Gün Olur Asra Bedel" adlı eserinde ‘sosyal kimlik değiştirme ve kendi değerlerine yabancılaşma’ anlamına gelen “mankurtlaştırma” konusunu işlemiş ve destanlara konu olan bu işkence ve zihin kontrol yöntemini tüm dünyaya duyurmuştu. Sinemaseverler de bu vahşi işkence ve zihin kontrol yöntemini beyazperdeye yansıtan ‘Boranlı İstasyonu’ ve ‘Vahşetin Davulları’ filmlerinden hatırlayacaktır.

BİZ BU MEMLEKETTE GARİBİZ

Tür: Deneme
Yazar: Erol Erken


(Gurbette geçen bir bayramın ilk sabahı...)


Yahya Kemal ne güzel söylemiş;

Büyük Itri’ye eskiler derler
Bizim öz musikimizin piri
O kadar halkı sevk edip yer yer
O şafak vaktinin cihangiri 
Nice bayramların sabah, erken
Göğü top sesleriyle gürlerken 
Söylemiş saltanatlı Tekbiri.




HAYIRLIZÂDE MEYDANI

Tür: Uzun Hikâye
Yazar: Yılmaz ÇANDIR

Burası Hayırlızâde Meydanı'ydı.
Kare seklinde ama çok geniş bir yerdi.
Ortasında heykel vardı 1946 tarihli.
Meydanın adı ta o zaman hükumet tarafından Hürriyet Meydanı olarak değiştirilmişti ama halk hâlâ geçmişin alışkanlığıyla -belki de ismi ve hatırasını çok sevdiklerinden- Hayırlızâde Meydanı derdi buraya.

Meydanın bir tarafında, tam ortada 1898 tarihli Sultan Abdülhamid Han yadigarı saat kulesi vardı.
Saat kulesinin sağ tarafında yine aynı yıl yapılmış hükumet konağı, sol tarafında ise 1946'da heykelle beraber inşa edilen ilçe tarım müdürlüğü vardı. Onların önünde ise tek sıra halinde dizilmiş servi ağaçları...


Servi ağaçları ile tarım müdürlüğünün arası ise resmi araçların park alanıydı. Tek sıra halinde kaymakamın makam arabası, jandarma araçları, itfaiye kamyonu, koca ilçenin tek ambulansı, diğer siyah plakalı arabalar...

Çok eski zamanlarda yapılan Teke Beyi İmareti ise Saat Kulesinin tam karşısındaki tarafı boydan boya kaplıyordu.
Bu imaret ilçe Osmanlı'ya katılmadan önce Beylik tarafından ticareti diri tutmak için yapılmış.

Yanında küçük camisi, dükkanları, yolcuların kaldığı hanı ve şifahânesiyle tam bir imaret olmuş.
Çok eskilerde, ticaret yolu üstünde olmasına rağmen küçük bir köy olan bu geçiş güzergahı imaret sayesinde gelişmiş ve Osmanlı zamanında alışverişi, ticareti kuvvetli bir şehir olagelmisti.
Son donemde ise şehir olamasa da önemli bir ilçe olarak yörenin ticaretinde söz sahibi olmaya devam etmişti.

Teke Beyi, imareti yaparken yanında mescidini de ihmal etmemiş. Hem kasabanın sakinleri hem de kervan yolcuları huzur içinde Rablerine yönelsin diye sadaka-yı câriyesini yaptırmış ama mescid zamanla çok küçük kalmıştır.

1700'lü yıllar...
Kasaba artık iyice büyümüş ve Osmanlı ticaretinin güney sahillerine yakın Toros Dağlarında işlek bir merkezi olmuştu.

İmaret, han, mescit kervanlara yetmez oluyor. Kasaba imaretin arkasına doğru ve şimdiki kaymakamlığın arkasına doğru gelişmeye başlıyor.

Çerçi Ahmet de 17. Yüzyılda bu kasabadan sık sık geçen ticaret erbabından. Konya merkezli ticaretin güney tarafını Çerçi Ahmet yönetirken büyük oğlu Mehmet de Kayseri, Sivas, Malatya taraflarına sürekli kervanlar oluşturuyor, seferlerden geri kalmıyordu.

Aile Konya'da Mevlana soyundan gelme. Çelebilerden...
Selçuklu'dan Karamanlı'dan beri orada oturuyorlar.

Kervanın güneyden Konya'ya döndüğü bir zaman.
Tabi eski zaman; yol zorlu,  arabalar tahta tekerlekli...
Yolculuk, gencinden yaşlısına herkesi yoruyor.
Şimdiki gibi lüks şehirler arası vasıtalardan yok.

Çerçi Ahmet can atıyor Torosların eteğindeki bu kasabaya varmak için.
Nedense bu kez çok daha fazla bitkin hissetmektedir kendisini.
Göğsündeki ağrılar zorlamaktadır onu.
Kervandaki herkes beş gün önce, Belen Geçidi'ndeki yağmurda üşüttüğünü düşünmektedir.
Gözdesi onu tedavi etmek için epey zahmet çeker.

Nihayet ufukta kasaba görünür.
Çerçi Ahmet'in yüzüne kan, gözüne can gelir.
Bitkinliğini yorgunluğunu göğsündeki ağrıyı unutuvermiştir birden.

Çerçi Ahmet, çok sever yıllardır bu kasabayı.
İlk gençliğinden beri hep burada konaklamış,
hem giderken hem dönerken kervana molaları kasabada verdirmiştir.

İkinci hanımını, gözdesini, on yıl kadar önce Toroslardaki Yörük köyünden aldığında da Konya'ya dönerken büyük bir ziyafet vermiş, bütün kasabalıya ve pazar alışverişi için gelen civar köylüye güzel bir cuma bayramı yaşatmıştır.

Bu hadiseden sonra da bütün kasaba onu hayırlı bir insan olarak tanır.
Çerçi Ahmet bu kasabaya her uğradığında elinden geldiğince camiye, imarete yardım eder; kasabanın fakirlerini doyurur, giydirir; eşrafla uzun muhabbetlere girişir, akşamları handa ziyafet sofraları kurdururdu.

Her neyse!
Kasabaya varırlar.
Civardaki esnafa eşrafa selam vererek hana yerleşirler.
Odaya çıktıklarında üzerini değiştirir ve dışarı çıkmaya hazırlanır.

"Bey, biraz dinlensen de aksam namazına çıksan olmaz mı?
Yüzün bembeyaz, iyi değilsin."
"Hanım, ben şimdiye kadar bu hana girer girmez önce hep mescide gittim. Şimdi gitmezsem uygun düşmez."
"Sen bilirsin ama fazla oyalanma hemen dön de dinlen."
"İnşallah hanım, ikindiyi kılar kılmaz gelirim."

Çerçi çıkar.
Gözde ise eşyaları elbiseleri yıkatmak için hazırlıklara girişir.

Gözde on yıldan beri ilk kez köyüne anasına babasına uğramıştır.
Yıllarca süren ana baba, eş dost hasreti, iki çocuğun büyütülmesi, köyden sonra Konya'da konak hayatına alışmak ondan ilk gençliğini almış götürmüş ve epey yormuştur.

Kaç zamandır kocasına yalvarır, köyünü görmek arzusunu dile getirir.
Bu sefer kocası, gözdesini kıramaz ve güney illerine kervan giderken onu da yanına alır.
Gözde kocasının sürprizi karşısında çok sevinir ama iki oğlunu ise -ağır yolculuk şartlarında, patika yollarda, katır sırtlarında ne olur ne olmaz diye- kocasının ilk hanımına, kendisini şehir hayatına alıştıran ablasına, emanet etmiştir.

Birinci hanım, mazlum ama sabırlı bir kadındır.
İlk zamanlar birinci hanım,  kocasının gözdeyle evlendiğini görünce  Çerçi Ahmet'e çok gönül koysa, uzunca süre konuşmayıp evine kapansa da gözdeye hiç kötü davranmamış; oğulları yaşındaki gözdeye de analık yapmış, sonraları doğan çocukları da torunlarıymış kendi çocuklarıymış gibi sevmiştir, bakmıştır.

Çocuklarını işte bu ablasına, kocasının ilk eşine emanet etmiştir gözde.
Sonunda yıllarca hasret kaldığı ailesine ve köyüne varan gözde, her akrabasına, her komşusuna hazırladığı hediyelerle fakir köyüne neşeli günler yaşatmıştır.
Ama sayılı gün...
Bir aylık ticaret günü Çerçi Ahmet’in köye gelişiyle bitivermiştir.

Çerçi, gün görmüş insan.
Akşam üzeri vardığı hanım köyünden hemen ayrılmaz, gece misafir kalır ve güzel bir muhabbetle yılların firakını dindirmeye çalışır.
Güneyden getirdiği güzel, köye göre pahalı hediyelerle de hanım tarafından yakınlarının gönüllerini almasını bilir.

Sabah olunca güzel bir kahvaltı, ardından yolculuk...
İlk zamanlar yaz günü de olunca serin ferah zamanlar...
Ama Belen Geçidinde aniden bastıran yağış ve rüzgar herkesi ıslatmış üşütmüştür.
En çok da artık kafilenin en yaşlısı olan Çerçi Ahmet etkilenmiştir.
Kasabaya gelinceye kadar sürekli öksürmüş, şiddetli göğüs ağrıları çekmiştir.

Artık kasabadayız yine.
Gözde evde elbiselerle, eşyalarla uğraşırken Çerçi, mescide varmıştır bile.

"Selamünaleyküm ağalar!"
"Aleykümselam, Çerçi!"
"Bu sefer yolculuk uzun mu sürdü?"
"Fethiye'ye kadar inelim dedik. Hanımı da köyüne bıraktık."
"Nasıl sehiller iyi mi?"
"Kaç zamandır gitmediydim.
Pek değişmemiş.
Ama limanlar eski tadında değilmiş artık.
Venedik zayıflamış, Cenevizli uğramaz olmuş."
"İspanyollar, Portekizliler  ta Hint'ten alıp Afrika'nın arkasından taşıyorlarmış her şeyi."
"Öyle ama kulağı tersten tutmak gibi bir şey bu.
İstedikleri kadar uğraşsınlar su akar yine yolunu bulur.
Öyle taşıma suyla değirmen dönmez ki.
Eninde sonunda ticaret Mısır'dan İran'dan akar bizden de onlara geçer.
Kolay olanı bu."
"Öyle ama bence bi zayıflık var gibi ticarette."
"Hayırlısı inşallah!"
"Hayırlısı!"

Çerçi Ahmet'in konuştuğu, kasabanın kaymakamı Salih Bey'di.
Kırk beş yaşlarında, saraydan yetişme epey bilgili ve İstanbulla dostluğu devam eden bir zattı.
Bütün dünyayı takip eden, her olayı yorumlayan Salih Bey, Osmanlı'nın ta Nazlı Budin'e sahip olduğu şanlı günleri özler; okuduğu tevarihleri, payitahttan duyduğu havadisleri yorumlar ve caminin bahçesindeki kahvede bu konulara meraklı esnafla, eşrafla paylaşırdı.

Yedi senedir görev yaptığı bu kasabada halk onu iyice benimsemiş, güzel anlatımıyla bezediği ilginç fikirlerini ağzı açık zevkle dinlemeyi sevmişti.

Muhabbet ettikleri mescidin avlusu ise belki yüzyıllardır insanların buluşma yeriydi.
Aynen onların muhabbet ettikleri gibi, binlerce muhabbete şahit olmuştu bu avlu.

Bilmem kaç asırlık olan çınar…
Çınarın yan tarafındaki şadırvan…
Çınarın gölgesindeki sandalyelere sürekli kahve servisi yapan ocak…
Ocaktaki beli artık bükülmüş, belki elli altmış senedir buranın emektarı Dağlı Fevzi Efendi…
Son yedi yıldır Kaymakam Salih Bey…
Eşraftan müsait anlarında mutlaka burada bulunan esnaf, buranın şenliğiydi ve ta yatsı namazlarına kadar uzanan muhabbetleri yaz kış sürdürüyordu.

Belki Çerçi Ahmet'i bu camiye çeken de kendi memleketinde bulamadığı dostluğu, muhabbeti bu mescidin kahve ocağında bulmasıydı.

Kaymakam Salih Bey, yetişememişti ama on yıl önce Çerçi Ahmet'in gözdesiyle evlenmesi vesilesiyle verdiği anlı şanlı ziyafet de bu sevginin yansımasıydı.

"Fevzi Efendi kahveler nerde kaldı yahu!"
"Geliyor beyim şimdi!"

Birazdan kahveler gelir.
Herkes neşe içinde içer Salih Bey'in ısmarladığı kahveleri.
Çerçi Ahmet yavaştır.
Kahvesini henüz bitirmemiştir.
İkindi ezanı neredeyse okunacaktır.
İmam efendi de biraz önce gelmiş, Çerçi Ahmet ile sarılmışlar, ona da kahve söylenmektedir.

Ama hayat bu!
Kimin kaderinde ne yazar bilinmez ki!
Ölüm, insana ulaşacağını her zaman hastalıklarla söylemez ki!

Muhabbetin koyulaştığı bir anda birkaç dakikadır içi bulandığı için sessizleşen Çerçi Ahmet ,elindeki kahve fincanını şangırtıyla düşürür ve ardından da sandalyeden devrilerek yere yığılıverir.

Herkes şaşkındır.
Salih Bey tecrübesiyle Çerçi Ahmet'in bağrını açar, nefeslenmesini sağlamaya çalışır, şadırvandan su serper suratına.

Ancak her şey nafile.
Kader hükmünü vermişse,
can bedenden çıkarak Rabb'ine kavuşmak emrini almışsa,
artık tamam olan zamanı kimse bükemez..

Gözde bu sırada handaki görevli kıza sıcak suyla elbiseleri yıkatmaya hazırlanmaktadır.

Kapı çalınır.
Çerçi Ahmet’in geldiğini düşünerek ihtiyatsız, dikkatsiz kapıyı açar.

Tanımadığı adamı görünce hemen kapının arkasına sığınır ve üstünü toparlar.

“Buyrun kimi istemiştiniz!”
“Yenge hanım, Çerçi Ahmet Efendi biraz rahatsız da aşağıya kadar gelir misiniz.”
Heyecanlanır, sesi titrer, bedeni ise uyuşmaya başlar gözdenin;
“Hemen geliyorum. Siz beni aşağıda bekleyin.”
“Tamam yenge.”

Adam gider.
Gözde hızlıca hazırlanır, aşağıya iner.
İki kat aşağıya merdivenlerden inerken yüreği bir kuş kadar heyecanlı ve bir o kadar da korku doludur.

Hanın girişinde garip bir kalabalık vardır.
Gözleri kocasını arar ama bulamaz, endişelenir.

Yardımcıları Hüseyin’i görür, meraklı gözlerle ona bakar.

“Hüseyin, Bey'in nerde?”
Hüseyin sessiz,
elleri önünde bağlı durmakta,
gözlerinden de yaşlar tane tane...

Anlamıştır gözde…
İlk gördüğü sandalyeye oturur, vücuduna söz geçiremez olur.
Gözleri bir pınar gibidir artık.
Saadetli günler son bulmuş, firakın acısı ruhunu acıyla doldurmuştur.

Bir süre herkes sessizce bekler.

Meraklı gözlerle gözdeyi izler etrafındakiler.
Sessizliği caminin imamı Mesut Hoca bozar:

"Salih Bey!
Cenazeyi fazla bekletmek uygun düşmez.
Yaz günüdür.
Merhuma zulmetmeyelim.
Kabirde huzura ermeyi bekliyordur şimdi."

Salih Bey aynı fikirdedir.
Gözdeye  döner:
"Siz ne düşünürsünüz bu konuda.
İsterseniz Konya'ya bir haberci salalım.
Ama hocaefendi doğru söyler, yaz günü, hemen selâyı verelim ardından defnedelim.
Konya’dan gelecekler sonradan gelsinler."

Gözdenin diyeceği nedir ki:
"Siz bilirsiniz beyim!"

Gözdenin onayı alınmıştır.
Yeni dul, hüzünle sandalyesinde oturup boşluğa bakarken, etrafında hareketlilik başlar.
Herkes yapacağı işi bilircesine cenaze için bir görev beller kendisine.

Salih Bey tecrübeli, ahalinin derdiyle de dertli.
Hemen Çerçinin yardımcısı Hüseyin'i Konya'ya gönderir.
Kendisi ise Mesut Hocayı da alarak mescide döner.
Gasilhanede bekleyen cenazeyi işin ehli üç esnafa yıkattırırken Mesut hocaya da selâyı okumasını salık verir.

Çerçiyi seven, tanıyan ahali ikindi namazı için küçük mescide, bahçeye hatta meydana doluşurlar.

Önce ikindi namazı,
ardından cenaze namazı ve mescidin ön tarafındaki hazirede üç beş sarıklı mezarın yanındaki boşluğa defin...

Akşam kalabalıktır mescid ve Han'ın etrafı.
Vefalı kasaba halkı akşam Kur'an merasiminde yalnız bırakmazlar gözdeyi.
Hanın içerisinde hanımlar, bahçede ise erkekler huşu içinde dinlerler Mesut Hocanın ve güzel sesli talebelerinin tilavet ettiği Kur'an'ı.

Koca Çerçi Ahmet'ten geriye;
gözdesi,
dokuz yardımcısı,
on iki deve,
yedi katır,
üç at
ve bir araba kalmıştır.
O ise hayalleriyle, gelecek planlarıyla beraber dünya firakını bitirmiş vuslata etmiştir.

Hüseyin, cenazeyi beklemez.
Hemen atına atlar, yedeğini terkisine bağlayıp Konya'ya doğru yola koyulur.
Yaz günü de olduğu için gece de çok iyi bildiği bu yollarda ilerlemek ister.
Bin bir zahmetle vardığı Konya'da efendisinin oğlunu bulamaz.

Çerçi Ahmet, Güney illerine ticaret yolculuğu yaparken oğlu da Kayseri, Antep, Malatya taraflarına sefer düzenler.
Çerçi Ahmet, gençliğinde köylerde kasabalarda insanlara satıcılık yaparken sonraları Allah nasibini açmış ve doğudan batıya tüm güney illerinin ticareti, alış verişi onlardan sorulur olmuştu.

"Beyim nerede?"
"Kayseri'den dönmedi henüz.
Hayırdır, yalnızsın?"

Konağın sakinleri Hüseyin'in yalnızlığını garipsemiştir.
Sanki ters giden bir şeyler var gibidir.
Meraklanırlar.

Hüseyin tüm olan biteni evin hanımına ve çalışanlara anlatır.
Cenazenin o gelirken defne hazırlandığını kasabada mescidin önüne defnedileceğini söyler.

Herkes şaşkındır.
Beklemedikleri bir haberdir bu.
Sapasağlam Konya'dan çıkan, hem de bu sefer gözdesini de yolculuğa dahil eden beylerinin ölüm haberi onlara ne kadar da garip gelir.

Çaresiz boyun bükerler kadere.
Evin hanımı ise üzgündür.
Gözlerinden yaşlar sökün ederken etrafa haber salınmasını da ihmal etmez.

Konya ahalisine haber verilirken bir ulak da Kayseri'ye, büyük oğlana doğru, gider.
Akşam evde Kur'an okutulur, mahalleye, taziyeye gelenlere yemekler verilir.
Geç vakte kadar Konak, dolar taşar.

Günler hızlı…
Haber Kayseri'ye ulaşır, oğul acilen Konya'ya döner ve anasını, akranını alarak babasının mezarına, kasabaya varır.
Onlar da hana yerleşir, gözdenin gurbetteki hüznüne ortak olurlar.

Gözdenin henüz küçük olan iki çocuğu da getirilir kasabaya.
Baba hasreti, koca yokluğu diner mi uzaklarda buluşunca?

Konuşacak kelime az.
Sessizliğin anlattığı cümleler ise hiç bitmez.
Sonunda Çerçi Ahmet'in oğlu Mehmet, anasını, ailesini gözdenin yanında bırakıp Salih Bey'in yanına uğrar.
Kendisini tanıtır.

Salih Bey kaç zamandır Konya'dan gelecekleri beklemektedir.
Mesut Hoca, Hancı İbrahim ve eşraftan sözü geçenlerle beraber daha dün mescidin kahve ocağında ikindiden sonra halleşmişler ve Çerçinin akrabalarının gelmemesinden endişeyle söz etmişlerdi.

"Hoşgeldiniz!"
"Hoşbulduk efendim!"
"Çok geciktiniz evladım, endişe ettik."
"Haklısınız beyim, amma ben haber geldiğinde Kayseri'deydim. Geç haber aldım."

Salih Beyle Çerçi'nin oğlu uzun bir muhabbete girişirler. O işlerini ve babasıyla olan hatıralarını anlatır, Salih Bey de kendisi gibi diyar diyar gezen bu adama kendi gezdiği yerleri, kasabayı, Çerçi ile kasabada yaşadıklarını anlatır.

Daha sonra Mesut Hocanın yanına uğrarlar.
Mescidin önünde çınarın altında kahve içerler, babasının buraya olan sevgisinden bahis açarlar.

Akşam olunca hana dönen çerçinin oğlu, anası ve gözdeyle konuşur. Dönüş zamanını planlar. Ancak gözde, dönmek istememektedir.

Şaşırır buna çerçinin ilk hanımı ve oğlu. Çok ısrar ederler gözdeye. Konya'daki kurulu düzeni bırakıp da bu küçük kasabaya yerleşmenin zorluklarından söz ederler.

"Kızım çok zorlanırsın buralarda,
yalnız,
kimsesiz,
uzak diyarda yaşamak ağır yük olur sana."
"Abla ben gözümü beyimizle açtım.
Eskiden dağda çobanlık yaparken konaklarda onun sayesinde yasadım.
O olmadan bana her yer uzak olur.
Bari mezarının yakınında yaşayayım ki uzakta da olsam ona yakın durayım."

Anası ile gözde uzun uzun bunu konuşurken çerçinin oğlu kendi kendine plan yapmaya başlamıştır bile.

Gündüz Salih Bey ve Mesut hoca konuşurlarken dert yanmışlar ve mescidin küçük geldiğinden bahis açmışlardı.
O da sessiz sessiz babasının yattığı hazirenin mescidini camiye çevirmeyi düşünmüş, ne kadar masraf edileceğini de kabaca hesap etmişti. 

Hemen anasına ve gözdeye döndü:
"Biz mescidi yıktırıp güzel bir cami yaptıralım, arka taraftaki araziyi de satın alalım, ablamı oraya ev yapıp kardeşlerimle beraber yerleştirelim."

İkisi de  memnun olur bu plana.
Hele gözdenin günlerdir kapkara olan benzi açılır yüzü güler.

Çerçinin oğlu durmaz ve hemen Salih Beye ve Mesut hocaya acar düşüncesini yatsı namazında.
İkisi de çok sevinir bu karara, haber verirler çevredeki eşrafa. 

Kasaba sabah çalkalanır bu haberle.
Esnaf, handaki yolcular, gözdeye günlerdir yoldaş olan kadınlar mutludur.

Mescidin kahve ocağında bir muhabbet doğar:

"Salih Beyim, hayırlı adamın hayırlı evladı varmış gördünüz mü?"
"E canım her zaman âlimden zâlim doğacak değil ya!"
"Bu camiye Çerçi Ahmet'in adını verelim."
"Tamam da camiyi oğlu yaptıracak ama!
Onun adını vermek daha munasip düşer bence."

Salih Bey söze karışır.
"İkisinde doğru!
Ancak bizim her ikisini birleştirecek bir isme ihtiyacımız var."
"Doğru, doğru!"

Çerçinin oğlu caminin hazırlıklarına başlarken kasabadaki herkesi yeni camiye isim bulma telaşı kaplar.
Konyalı,
Çerçi,
Yeşilhisar,
Hızır,
Hayırlı
ve daha ne isimler ne isimler konuşulur.

Günler geçer.
Çerçinin oğlu Konya'dan mimarlığı da yemiş yutmuş alaylı bir ustabaşı ve cami ile arkasında gözdeye yapılacak küçük konağa nezaret edecek yardımcısıyla çıkagelir.

İnşaat başlar.
İşçiler, malzemeler hep kasabadan ve hana uğrayan ticaret kervanlarından alınır.
İnşaatın sürdüğü dört sene boyunca koca bir selatin camiye harcanan paranın zekatı kadar para harcanır.
Kasaba canlanır, ticaret bollaşır. 

Yine bir muhabbet:
"Ne hayırlı adam, oğlu da kendisi gibi hayırlı yetişmiş."
"Sadaka-yı cariye ile amel defteri kapanmaz, öldükten sonra bile deftere sevaplar eklenir."
"Babasına ne kadar hayırlı olduğunu bir bilse bu beyzâde!"

Mesut Hoca heyecanlanır birden:
"Evet, evet ismi buldum ben!"
"Ne teklif edeceksin hocam?"

"Baba hayırlı adam,
iyiliği çok dokundu bize, her zaman gözetti bizi;
oğlu deseniz aynen babası gibi...
Baba hayırlı, oğlan hayırlı...
O zaman caminin adını Hayırlızâde Camii koyalım,
ikisini de hayırla yâd edelim."

Salih Bey ve eşraf ismi benimserler.
Hatta çok beğenirler.
Kulaktan kulağa dilden dile yayılır isim.
En sonunda da Cuma namazlarının geçici olarak kılındığı Han'ın önündeki namazgâhda halka Salih Bey tarafından geçici olarak ilan edilir.

Artık caminin adı bellidir: Hayırlızâde Camii...
İsim meydanda ilan edilince de daha önceleri Hanönü tabir edilen meydana da Hayırlızâde meydanı denilmeye başlanır.

Murat YILMAZ

ÖMER AĞA CAMİİ’NİN USTALARLA İMTİHANI

Tür: Gezi Yazısı
Yazar: İsa Olgun

Denizli'nin Acıpayam ilçesinin 17 km doğusunda, Antalya yolundan 7 km içeride, önünde uzayıp giden yemyeşil ovaya hakim bir tepe üzerinde kurulan Yazır Kasabası bir kültür hazinesine ev sahipliği yapmakta. Yolunuz düştüğünde mutlaka ziyaret etmeniz gereken bir tarih mirası. Binbir hatıraya şahitlik yapmış ulu bir çınarın gölgesinde duran; mütevazı bir görünüşün içinde eşsiz bir hazine saklayan ‘Hacı Ömer Ağa Camii’.

AKŞEMSEDDİN’DEN HIDIR DEDE'YE BİR YOL HİKAYESİ

Tür: Deneme
Yazar: Erol Erken


Yıllardır Kurşunlu’ya gider gelirim de bir türlü leylekleri havada göremem.

Göl ovası, kanal boyu leylek milleti için hazine niteliğinde olduğundan ne zaman geçseniz başı önde yemek aramakta görürsünüz onları.
“Seyahat ya Rasulullah” düsturuyla hareket eden Kurşunlu Ahalisi bunun da çaresini bulmuş Avrupalı aklıyla. Leylek taifesi göçe başladığında gözlerini yerden kaldırmaz olmuşlar.